İçeride, Bruno Latour

10 Eki 20

Bruno Latour ile tiyatro yönetmeni ve tarihçi Frédérique Ait-Touat iş birliğinde gerçekleştirilen sunum performansı Inside - a performance lecture (2017, HAU, Berlin), Latour’un yerküreye inişimizin ya da karaya çıkışımızın alternatif topografyalarını görselleştirme çabası. Latour, önerisinde kişinin bakış açısını, yerlerin coğrafi ızgarada gezengenlere uzanan vizyonundan, hadiselerin (event) izlenebildiği Gayagrafik bakışa çevirmeyi hedefler. Dünyanın zeminine, toprağına, yüzeyine, tenine değen yerdeyiz ve dışarı bakma arzumuz kendimizi içeride görme yetimizi köreltiyor.

Çeviri
Eceworx

Mağara Ülkesi'ne hoş geldiniz. Mağara Ülkesi, dostumuz Philippe Quesne'in icadı. Köstebekler hakkında garip bir hikâye ve köstebekleri bir saate tiyatronun başka bir yerinde görebilirsiniz ama işin ciddi tarafından ben sorumluyum ve ciddi taraf da bir takdim ve Fransa'daki tüm takdimler gibi üç parça olmak zorunda. İlk bölüm, bir ekolojik kriz döneminde neden uzay ve zamanda biraz yolumuzu kaybettiğimizin keşfi. İkinci bölüm, deyim yerindeyse dünyaya inişimizin alternatif topografisini görselleştirmenin başka bir yolunu bulmak için girişeceğimiz bir çaba, oldukça deneysel bir çaba. Üçüncü bölümse alternatif temsilin sonuçları hakkında varacağımız sonuç ki isterseniz buna politik bir bölüm diyebilirsiniz. Bu takdimde Alexandra Arènes ve Sonia Levy'nin açımladığı görüntüleri kullanacağım, aslında onların çalışmaları hakkında yorum yapıyorum. Dolayısıyla bugün bu takdimde size kolektif bir çalışma sunuyoruz. Ama önce size bu durumun ruhunu yansıtmak için küçük bir anekdotla başlamak istiyorum. Uçaktaydım. Eminimin sizlerin de aynı durumda sıklıkla yaptığınız gibi manzarayı görmeye çalışıyordum. Bir yıl önceydi ve Grönland'ın biraz batısındaki Baffin adası üstündeydim. Buzun her zaman inanılmaz olan gösterisini izlemeye çalışıyordum ama bu sefer alışılmadık bir şey oldu çünkü buz bana bir mesaj gönderir gibiydi. Ve çabucak o çığlık atan görüntülerin fotoğraflarını çektim. Çünkü o yıl çok erkenden dağılan buz -ki bu yıl durum biraz daha iyi, bana bir şey söyler gibiydi ve gördüğüm şey Munch'un “Çığlık” resmini andırıyordu; bana geri gelen bir çığlık. Biliyorsunuz, eski günlerde bir doğa gösterisi izlerken onun dışında olurduk ve bu takdimin başlığının içeride olmakla olan ilgisi de bu. Artık dışarıda değilsiniz, çünkü bu imkânsız. Esasen içerideyiz, çünkü uçaktaki eylemin, yani Kanada'ya gitmemin doğanın izlediğim gösterisi üstünde bir etkisi oluyordu. Ve bu açıdan artık dışında kalmak diye bir şey yok. Takdimin başlığı da bu. Artık inmeliyiz, mağaraya inmeyi kabullenmeliyiz. Mağara Ülkesi'nin adı da buradan geliyor. Ama mağarada olmak zor geliyor. Islak ve karanlık olan mağaranın içinde olmaktan hoşlanmamamız gerek. Elbette bunun nedenlerinden biri de Eflatun'un mağara hakkındaki muhteşem efsanesini paylaşıyor olmamız. Mağara, kaçtığımız şeydir; felsefeci isek ya da basitçe sadece mağaraya yansıtılan bir görüntüye bakan bir mahkûm olmaktan daha yüksek bir şey düşünmeye başladığımız anda kaçtığımız. Aynı sinemadaki izleyiciler ve hatta sizler gibi. Ve bu hikâyeyi bildiğinize eminim. Bir daha anlatmama gerek yok. Felsefecinin kaçış hikâyesini. Tüm kaçma eylemi, dışarıya kaçmaktır ve bir felsefecinin mağaradan kopması ve dışarı çıkması hareketinin tüm ana fikri budur. Ama bu güzel hikâyede birçok problem var. Güzel bir hikâye. Büyük bir gücü ve bir anlamda dini, bilimsel ve siyasi gücü var. Fakat neyse ki esas hikâye tam olarak bu değildir. Hep bu çok ünlü efsanenin garip bir tarafı olduğunu düşünmüşümdür. Felsefecilerin dışarıda yaşamalarının istenmesi hiç de mantıklı değildi. Bence bu meşhur hikâyenin alternatif bakışı mağara efsanesinin aslında bir gösteri olduğudur, Eflatun'un Atinalılara verdiği bir gösteri. Bunu böyle kavramak daha iyi, hepimiz Eflatun’un, en harika şeyin dünyadan dışarı çıkmak olduğunu hayal ederek bize verdiği akıl sır erdirilemeyen bu gösterisini alkışlıyoruz. Geri gelip ardından insanlara dışarı çıkmamız gerektiğini söylediği için öldürülen felsefecinin bu garip hikâyesini. İşin garip tarafı buradaki insanların mahkûm olarak değerlendirilmesi. Peki, bu gösteriyi duyunca Atinalılar ne yaptı? Felsefe, bilim ya da din yapmanın ne demek olduğunun çok komik ve tamamen akıl dışı bir tanımı olarak alkışladılar. Başka bir deyişle, daha çok Aristofanes'in “Bulutlar”ı gibiydi. Çok ciddi olmayan bir şey. Ve içeride olma mefhumuna körleşmemizin nedeni budur. Dünyanın içinde olduğumuz fikrini kabullenmemizin bu kadar zor olmasının nedenlerinden biri bu çok kuvvetli dışarıda olma efsanesidir. Eğer bu bir gösteriyse, iyi bir gösteri. Çok çok güçlü bir hikâye ve Peter Sloterdijk dışarıda, kürelerde olmanın neden imkânsız olduğunu göstermek için gereken tüm çalışmayı yaptı. Yani aynı anda hem çok güçlü bir gösteri hem de var olmanın ne olduğunun ve nasıl dünyanın üstünde yaşıyor olduğumuzun inanması güç bir izahı. Problem şu ki asla dışarıda olmadığımızı ve dışarıya çıkamayacağımızı kabul ettiğimizde elimizdeki en güçlü imgelerden biri olan mavi gezegen aslında olduğumuz yer değildir. Çok meşhur bir ikon olduğunu ve balon gibi şişmiş hâlini görmenin ve orada olduğumuzu hayal etmenin çok güzel olduğunu biliyorum ama mavi gezegende değiliz. Bu imgeyle uyuşmayan birçok şey var. Bunlardan biri, tüm dünyayı gösteren böyle resimlerin çok nadir olması. Bu efsanevi imgenin çok yaygın olmasına rağmen böyle çok az resim var. İkincisi de şu varsayımdı ki eminim defalarca duymuşsunuzdur. Bir kez mavi gezegeni hep birlikte görünce hepimiz birlik olacaktık. Bu, deyim yerindeyse, büyük bir kardeşliğin başlangıcıydı. İnsanlar sıklıkla bunu el hareketleriyle "Bakın. Aynı dünyanın üstünde, aynı doğanın içinde, aynı mavi gezegenin üstünde olmalıyız. Bu bizi birleştirmeli" demek için kullanırlar. Ve böyle olmadığı çok açık. Tam tersi doğa bizi daha da birbirimizden ayırdı. Yani mavi gezegen muhtemelen iyi bir benzetme değil. Ayrıca belli ki mavi gezegen dışarıdan, çok ama çok uzaktan görülüyor ve birçok başka kürelerle birleşti. Roma küresiyle, Orbis Terrarum'la, her türlü güç küresi benzetmesiyle ve Tanrı’nın küresel görüşüyle. Aslında böyle değil çünkü Sloterdijk'in bir kez daha gösterdiği gibi küresel her zaman yerel olarak konumlanmıştı. Ve şimdi dinlerseniz şu meşhur imgelerden biri olan Apollo kapsülünün yükselişini gösteren çekimlerin sesini duyacaksınız. Şu anda 24 Aralık 1968'deyiz ve görüyorsunuz ki… İçinden resmin (mavi gezegenin) çekildiği o çok küçük yerin sesini duyuyorsunuz. Ve buranın çok ama çok gürültülü, küçük bir yer olduğunu görüyorsunuz. Küreyi gördüğümüz yerin kendisi küresel değil. Küreyi çok küçük bir yerden görüyoruz. Küreyi hayal etmenin zorluğu her zaman bu olmuştur. Yerelliğini kaybeder. Artık sesi kısabiliriz. Aslında bulunduğumuz nokta budur. Aydaki Apollo 8'den görülen mavi gezegenle hiç ilgisi olmayan bir şekilde, uzayda yönümüzü şaşırmış bir yerdeyiz. Bu, bambaşka bir hikâye. Jeologların şimdilerde antroposen dediği zaman ve uzayda, yönümüzü şaşırmış bir haldeyiz. Bu görüntüleri biliyorsunuz. Okulda jeoloji öğrenirken bunların çoğunu gördünüz. Biliyoruz ki, yerler değişip katmanlar karışmadıysa, orada aşağıdaysanız, yukarıya kıyasla daha eski bir yerdesiniz. Bu görüntüleri biliyoruz ve çok gariptir ki jeologlar bize onların tarihini andıran bir tarihte olduğumuzu söylüyor artık ve eminim okulda şunu öğreniyorsunuz: tarihin bu döneminin -ki genelde çok uzun bir dönem, bir adı var. O isim de ele alınan dönemde diğerlerinden daha güçlü olduğu düşünülen jeolojik bir gücün adı. O kelime, tartışılan kelime, antroposen. Bize, insanlığa, insanlara, sosyal bilimlere, politikacılara, vesaireye jeologların dünyanın başına gelen şey için buldukları izaha bizi de dâhil etmek istediklerini anlatmak için buldukları isim. Ve bize, kesinlikle garip bir insanlar yığını olarak insan ırkının kolektif biçimde jeolojik bir güç hâline geldiğini söylemek istiyorlar. Ve artık insanlık tarihi değil fakat jeo-tarih dediğimiz şeyin, deyim yerindeyse dünyanın tarihinin genel olarak insanlık tarafından büyük çapta dönüştürüldüğünü, değiştirildiğini söylüyorlar. Ve elbette, tahmin edebileceğiniz gibi, birçok insan "antropos" terimine karşı çıkıyor çünkü antroposendeki “antropos" açık biçimde tanımlanmadı. Bu, bir doğa olayının kuvveti olmanın sorumluluğu değil. Bir doğa olayının gücüne eşdeğer bir güç olmak tamamen makul değil. Yani Amerikalılarla Amazon'daki yerlileri, çok az enerji harcayan ile çok enerji harcayanları bir tutuyorlar. Dolayısıyla antropos kelimesinin pek bir anlamı yok. Fakat bence bu tartışmanın ilginç tarafı bunun jeolojik bir terim olması ki bence bunu çok ciddiye almalıyız. Kavramı çekiştirdiğimizde insanların sandığı seviyeden çok daha fazla hem de. Jeologlar bize beşerî ya da sosyal bilimlerde şöyle diyor: Bakın, tarihin üretiliş yollarını, tarihin dönüşümünü hesaba katarsanız insanların jeolojik bir etkisi olduğunu kabul etmek zorundasınız ve bu çevre üzerine bir etki değil. İnsanların muhtemelen yüz bin yıldır çevreyi değiştirdiğini biliyoruz. Konu çevrenin insan tarafından modifiye edilmesi değil, toprak sistemi dedikleri şeyin değiştirilmesi. Bu değişim toprak sisteminin kendisinin başka bir dengeye ya da dengesizliğe kaymasıyla ilgili ve günümüzde antroposen kelimesinin belirlediği uzay ve zamandaki yön kaybının ilginç tarafı bu ve bence bunun çok ciddiye alınması gerek çünkü takdimin sonunda göstereceğim gibi politik sonuçları çok önemli. Ama elbette oldukça makul olmayan bir şey var. Kimsenin neden jeolojik bir kuvvet olmayı kolayca kabul etmediğini anlıyorsunuz. Yani tabii ki bireysel olarak bir anlamı yok. Ama genel bir terim olarak bile herhangi birimizin birikmesi milyonlarca yıl alan katmanlar üstünde bir etkisinin olabilmesi inanılmaz bir sav. Ama antroposen grubundaki bilim insanlarının işaret ettiği bu değil. Bir dakikalığına Science dergisinde Ocak 2016'da yayımlanan bir makaleye bakmak çok ilginç oluyor. Bu makale önemli çünkü bir anlamda jeologların jeolojideki antroposen tanımı hakkında lehte ve aleyhteki tüm savların şimdiye dek en iyi özeti ve burada gördüğünüz şey, bu terimle ilgilenen bilim insanlarının irdelediği tipik kanıt. Dipte buzullaşmayı görüyorsunuz ve ardından atmosferin bir anda ısınması ile şurada on bin, ya da bu durumda yüz bin yıl sonra hayatın aniden geri döndüğü küçük bir katman var. Bu slaydı betimleyen bilim insanları için ilginç olan bu küçük katmanların boyutu değil -çünkü zaten çok küçük olacaklardı. İlginç olan, bu küçük katmanların özgünlüğü, orijinalliği, kimyevi ilginçliği. Bu literatürü okurken tahayyül etmemiz gereken düşünce deneyi de bu. Diyelim ki on bin yıl sonra bu katmanları bir tortubilim uzmanına gösterdiniz. Bu tortubilim uzmanının bu katmanlarda, bugün, gelecek hakkında öncekilerden tamamen farklı bir şey olduğunu kolaylıkla fark edeceğini söylüyorlar. İçlerinde tamamen bu katmanlara has nükleotitler olacak. Daha önce var olmayan haşere ilaçları, daha önce var olmayan plastik, daha önce var olmayan kurum ve başka şeyler olacak. Yani antroposen kavramı şey değil… Çok kalın katmanları tarif etmiyor. Bu saçmalık olurdu. Yaptıklarımız çok ama çok ince bir katman olarak zeminde belirecek. Ama bilim insanlarının ilgisini çeken katmanların özgünlüğü. Bir kırılma olduğunu, dünyanın başına gelenleri tamamen farklı bir şekilde anlamamız gerektiğini söyledikleri yer burası. Dolayısıyla antroposen tanımınız ne olursa olsun, ister başlangıç tarihi, isterse kanıt çıkarmak için kullanılan yöntemler konusundaki anlaşmazlık olsun, yine de aşırı derecede ilginçtir çünkü bizi yerkürenin sadece uzay temelli benzetmesinden başka uzaklara itiyor. Temelde şunu söyleyebilirim ki bu takdim serisinde yapmaya çalıştığımız şey bu, yeni tür bir görselleştirme. Yerkürede nasıl var olacağımızı ve yerküreyi nasıl temsil edeceğimizi düşünme zorunluluğuna bakmanın farklı bir yolu aslında. Bu takdimin ikinci bölümünde size bunu göstermek istiyorum. Bakın, hareket hâlinde olan ve tam olarak uzayın içindeki parçalar olarak değerlendirilemeyecek birçok farklı varlığın bileşimini göz önüne almamız gerekiyor. Durum bundan çok daha karmaşık. Ve anında şekillendirilip kartografik küre diyebileceğimiz şeyin üstüne yansıtılması gerekmiyor. Burada çok ilginç bir şey var, o da başka bilim insanlarının kullandığı bir terim. Bu sefer sözcük antroposen değil fakat “kritik bölge”. Şimdi hayal etmelisiniz ve sizinle paylaşmak istediğim zorluk, topografik zorluk bu. Şuraya bakarsanız gördüğünüz şey aslında bir tapa, bir yüzgeç. Evet, bir kürenin içinde değil dünyanın çok küçük katmanlardan oluşan derisinin üstündeyiz. Bu katmanlar, öne sürülen tartışmalar ve simülasyonlara bağlı olarak, muhtemelen birkaç kilometre yukarı ve aşağı uzanıyor. Ver her şey, hayatın var olduğu her yerde gördüğünüz ve etkileşime girdiğiniz her şey bu küçük mü küçük kritik bölge. Ve bu katmanların üstünde… -burada katmanları, deyim yerindeyse kabuğu simultane olarak görüyorsunuz, ince bir katman, gezegenin derisi, yüzeydeki cilası. Çok ama çok küçük. Dünyadaki her şey değil. Dünyanın merkezi de değil. Sadece tapası. Burada deyim yerindeyse kesiti, üzerine Alexandra ve Sonya’nın bu küçük derinin kendi aktivitesine verdiği tepkileri yansıttığı, farklı katmanlardan oluşan bu kesiti görüyorsunuz. Dolayısıyla bir açıdan bir küre fikrine sahip olduğumuzda gerçekte yaşadığımız yeri tamamen gözden kaçırıyoruz. Bilim dallarının büyük ikilemi bu. Yaşadığımız yeri temsil etmek çok zor. Kritik bölge terimine gelince kritik kelimesinin birçok anlamı var. Termodinamikte dengesiz olduğu anlamına geliyor fakat bu küçük katmanlar, yaşam formlarının kendileri tarafından bir arada tutuluyor. Bu gezegende olmasak… Elbette Gaïa'nın varlığı konusundaki tüm iddia bu. Farklı bir gezegende, ayda ya da Mars'ta olsak bu kritik bölge hiç olmayacaktı. Kimyasal denge olacaktı. Kritiğin ilk anlamı bu. Diğer bir anlamı da kırılgan olduğu anlamında kritik olması. Üçüncü bir anlamda şöyle kritik: Bilmek aşırı derecede zor. Ve bilim insanlarının yaptıklarını düşünüp onlarla çalıştığımızda bence büyük bir sürpriz yaşıyoruz. Paris'teki bir grup bilim insanıyla hazırlanan bu görüntülerin -onlar da aynı biz beşerî bilimlerdekiler ya da sanatçılar gibi çalışmalarına şekil vermeye çalışan kimseler- sürpriz yaratan tarafı, bu kritik bölgenin inanılmaz ölçülerdeki heterojenliği. Aslında kritik bölgenin tanımı bu. Tamamen heterojen. Her bir santimetresi, her bir metresi, her bir hayvan, her bir yaşam formu, her bir süreç olarak farklı. Ve elbette, aşağıda, dünyanın merkezinde olursanız orası çok daha homojen -ya da daha az şey biliyoruz diyelim. Yukarıda atmosferde de durum daha homojen. Ama kritik bölgenin özelliği ve farkı tamamen heterojen olması ve bu heterojenliği anlamlandırmanın güçlüğünden geliyor. Bu yüzden burada gördüğünüz şey bir anlamda hayali bir manzara. Elimizde kritik bölgeyi şey kadar bilmeye yetecek enstrüman olsa… Neyle karşılaştırayım?Bir hastanın… Özür dilerim, hastanedeki doktorların hastaları hakkında bildikleri kadar… Bu büyük bir sürpriz ama bir hastanedeki hastaların sağlığı hakkında bilgi edinmemizi sağlayacak araçlar icat etmek konusunda üstünde yaşadığımız bu çok ama çok ince katmanların hassasiyeti konusunda bilgilenmek için gerekenleri yapmaktan çok daha fazlasını biliyoruz ve bunun başka bir yolu yok. Yani yaşadığımız yer, değer verdiğimiz her şey, şimdiye dek karşılaştığımız her şey bu çok küçük, mini-minnacık kritik bölgede. İdeali şu olurdu… Bunu burada yapmak oldukça güç çünkü görüyorsunuz… İdeali kritik bölgeyi tamamen yandan görmek olurdu. Bir tür deri gibi. O zaman uzaydaki dünyayı görmezdik. Küre kavramının güç tarafı her zaman bu olmuştur. Dünyayı bir parşömenin içindeymişiz gibi görürdük. Bir parşömenin yüzeyindeymiş gibi hareketli varlıkların aktivitelerinin bıraktığı izlerle görürdük çünkü elbette kritik bölge yaşam formlarının aktivitelerinden başka bir şey değil. Bu, Gaïa'nın elle tutulur varlığını temsil eden materyal, zengin doku. Bu orijinal dokunun herhangi bir boyutuna yakınlaşıp daha öteye bakabilseniz, onu çok daha küçük görebilseniz… Bu çok güzel görüntüyü Sonia Levy çok hoş ve yeni bir icat olan fotogrametri ile üretti. Yani fotogrametri eski ama Sonia burada tekniği çok ama çok küçük ögeler için kullanmayı başardı. Çamur, çimen, tozlar gibi. Bunu size üstünde yaşadığımız derinin hassasiyetini göstermek için yaptı. İşte dünyayı uzayda hayal edince bunu tarif etmek çok zor! Ve burada da… Ne kadar güzel, görüyor musunuz? İçeride olmak işte böyle bir şey. Aynı anda düzsünüz çünkü bu sadece bir arazi parçası ve aynı anda kesafet var. Dışarıdan görmek yerine içeride olmakla ilgilendiğimizde yakalamamız gereken bu olmalı. Bilim insanları, sanatçılar ve benim gibi sosyal bilimcilerle bu deneyi yaptığımızda belki de fazla abartılı olarak yeni bir kozmoloji dediğimiz şeyi öne sürmeye ve icat etmeye başlıyoruz. Yani göreceğiniz şey yeni bir kozmoloji. Şimdi, bu bir kepçe. Bu görüntü daha önce hiç gösterilmedi. Bu, bilim insanlarıyla yapılan birçok tartışmanın ardından Alexandra Arènes tarafından icat edilen bir projeksiyon. En başta öne sürdüğüm problemi, küre problemini çözmeye çalışıyor. Küre iyi bir betimleme değil çünkü uzayda, uzaktan izleniyor, deriyi ortaya çıkarmıyor ve en önemlisi süreçleri kaydetmiyor. Bizim dünyada olmamızın tek nedeni ise bu süreçler. Yani fikir şu: Küreyi alıp düzleştirmeye karar verdi. Böylece karenin dört kenarında gördüğünüz şey dünyanın merkezi. Dünya orada değil, deyim yerindeyse çarşaf gibi düzleştirildi. Merkez artık uçlarda ve ortada atmosfer var. Alexandra, aslında burada yaşıyoruz diyor. Küreden çok buna benzeyen bir şeyin içinde yaşıyoruz. Neden? Çünkü merkezdeyseniz, gördüğünüz döngü en hızlı olanlardan biri. Şuraya geçtiğinizde daha yavaş olanı görüyorsunuz. Yani fark, kartografik düşlemde nerede olduğunuzu enlem ve boylamda gösteren uzaydaki bir fark değil. Buradasınız… Yerelleştirme… Bu betimlemede olduğunuz yer yavaş ya da hızlı olan döngülerin arasındadır. En yavaşı şurada olurdu. Milyonlardır, yüz milyonlardır devam eden plaka tektoniği gibi. Şuradaki ise milisaniyeler, günler ya da yıllar olabilir. Yerküreyi bu şekilde betimlemenin en ilginç tarafı nihayet elimizde dönüşüm döngüsünü ve süreçleri kavramayı ön plana çıkaran bir yere varmamız. Çünkü kritik bölgenin en büyük acayipliği, bize en ilginç gelen tarafı, aslında dünyanın merkezinden çok az şeyin geliyor olması. Her şey tüm jeokimyanın ve tüm hareketli ögelerin işlev gördüğü sürekli bir geri dönüşümün yaşandığı kritik bölgede oluyor. Hiçlikten bakıldığı şekliyle uzaydaki yerimizi bulmaya çalışmak yerine, bir girdabın, ki durumu tanımlayan bundan daha iyi bir kelime yok, içinde olmanın ne demek olduğunu anlamaya başlıyoruz. Bir girdabın içindeyiz. Yerkürede olmak, yerküre üstünde yaşıyor olmak, kürenin üstündeki sonsuz uzayın içindeki küçük bir karakter olmak değil. Bu, dünyada olmanın anlamını açıklamak için çok soyut bir fikir. Bu girdabın parçası olarak burada bulunmak kendimizi anlamanın çok daha gerçekçi bir yolu muhtemelen. Elbette şimdi girdabı harekete geçiren asıl aktör kim diye sorabilirsiniz. Bu noktada, teknik masa izin verirse, kozmolojinin dönüşümündeki büyük anlardan birini tanıtmalıyız. Yani güneşi. Bu bir tür kabalist, gizemli ya da dini bir sunum değil. Çok komik aslında çünkü jeokimyacıların en büyük bulmacasının en iyi bilimsel betimlemesi bu. Jeokimyacılar, uzayda dünyanın jeokimyasal aktivitesinin simultane olarak nasıl betimlenebileceğini bulmaya çalışıyorlardı. Ve eski uzaya bakınca jeomorfoloji sorunsalı ortadan kalkıyor. Elinizde sadece bir küre ve bir güneş kalıyor ve tek sorun, hepimizin okulda öğrendiği gibi güneş merkezli mi olacaksınız dünya merkezli mi karar vermek oluyor. Ama bu kritik bölgedeki insanların hiçbir sorusunu cevaplamıyor çünkü bizim istediğimiz şey süreçler. Burada… Bu yüzden bunu burada, Berlin'de ilk kez göstermekten gurur duyuyorum. Burada eş zamanlı dünya merkezli… -dünya burada, ortada ve girdaplar dönüyor ve aynı zamanda güneş merkezli bir betimleme. Dünya sorusunu uzaya taşıyınca bunu yapamıyorsunuz. Tek soru şu: Dünya mı dönüyor yoksa işi yapan güneş mi? Bildiğiniz gibi bu kesin olarak en ufak fark yaratmıyor. En azından gündelik hayat için. Çok önemli bir astronomi sorusu fakat bizi ilgilendiren bir soru değil. Kesinlikle jeokimyacıyı ilgilendiren bir soru da değil. Tam tersi burada jeokimyacı için büyük soru: “Kim etki ediyor?” Burada etki eden iki büyük kuvvet Gaïa savı tarafından muhteşem şekilde üstünde çalışılıp yorumlandı. Tüm bunun dönmesini sağlayan şey güneş ve elbette bu küçük kritik bölge yüzeyindeki hayat türlerinin burada bir şeyler yapmak için güneşi kullanması şartıyla. Ve bu anlamda Alexandra sayesinde aynı diyagram üstünde güneş ve dünya merkezlilik aynı anda gösteriliyor. Fakat merkez nedir sorusuna verilen cevap aynı değil. Çünkü burada önemli olan, isterseniz burada biraz yüceltelim, hareketli formların, güneşi kullanabilen, kritik bölgeyi bir girdaba dönüştürebilmiş olan tüm yaşam formlarının yeteneği. Yani dünya merkezli. Var olan yegâne aktivite hayat formlarından geliyor. Aynı zamanda güneş merkezli çünkü gelen, tüm bu girdabın dönmesini sağlayan enerjinin tek kaynağı aslında güneş. Buradaki fikir şu: Bu bize hayat formlarının ne olabileceği konusunda daha iyi bir tanım sağlıyor ve bunu da kartografi ya da coğrafya temelli değil Gaïa-grafi dediğimiz yaklaşımla yapıyor ki bu da neredeyse aynı şey. Tek farkla, girdabın aktivitesi görülebiliyor. İşte bir deneme: Çok karmaşık bir deneme. Hep birlikte kritik bölgeyi ortaya çıkaran hareketli varlıkların, tüm hareketli varlıkların yörüngesinin haritasını çıkarma denemesi. Ama bunu kartografik idealdeki gibi hepsini aynı uzaya doldurarak değil her birini belirginleştirerek yapıyor. Fransa'nın doğusunda, Almanya yakınlarındaki Ardennes'de küçük bir hayvan parkında uzun süre araştırma yaptıktan sonra Sonia Levy ve Alexandra Arènes tarafından üretilen bu diyagramda Gaïa'nın bileşimindeki tüm hareketli katılımcıların güzergâhlarını takip edip, izleyip bulmaya ve belirtmeye çalıştıklarını görüyoruz. Artık diyagramı okumak için kısa bir kullanıcı kılavuzu verdiğime göre nasıl işlediğini görmemiz için teknik masa izin verirse filmi tekrar göstermelerini isteyeceğim. Bu bir park bekçisinin hareketi… Bu gezinen bir yaban domuzu… Tilki ta yukarıda, solda. Ormandaki hayvanları inceleyen bilim insanları da belgelendi. Sansar şurada bir yerde, evet, sağda. Ormandaki hayvanları GPS ile takip ettiler. Şimdi yaklaşan bir baykuş görüyorsunuz. Kargalar… Bunlardan her biri deyim yerindeyse Gaïa'nın atmosferinin bileşeni. Su da elbette… Bakın, şurası su. Su da tüm diğerleri gibi bir aktör. Bu küçük alandan geçen nehir. Sonra bir avcı da var… çünkü avcılar da bu küçük alanda görevlerini yerlerine getiriyorlar. Çiftçiler. Hatta tahta kurtları. Onları neden takip etmeyelim ki? Onların da oynadığı bir rol var. Porsuklar. Yarasalar. Ağaçkakanlar. Geyik avlayan köpekler. Hepsi aynı anda bu alanda işlev görüyor. Elbette alanın biraz garip olduğuna katılıyorum. Michelin haritası değil. Bununla Belvoir'da yolunuzu bulamazsınız. Fakat amaç bu değil. Amaç kartografik değil. Amaç süreçsel, bu varlıkların değişken güzergâhları arasında yerinizi bulmak çünkü onlar, her biri kendi çevresini ve kritik bölgeyi inşa ediyor. Bakın, fark bu. Kritik bölgede değiliz. Kritik bölgeyi biz inşa ediyoruz. Kritik bölgenin tüm bu değerlerin, varlıkların iç içe geçmiş aktiviteleri dışında bir süresi ve varlığı yok. Katılıyorum, şaşılası. Yani akla yatkın bir alan haritasına benzemiyor. Bir tür şey gibi… Nasıl desem? Aborijin veya otokton karakterler ve sanki yetmezmiş gibi içinde kaybolduğumuz bir alan gibi. Fakat burası şimdi yerimizi bulmamız gereken yer ve üçüncü ve son bölümüm bu; politik netice. Yerküre sorusunu başka bir görsel hayal gücüyle ifade etmeye çalışmak niçin önemli? Yaşamamız gereken yeri bilim insanları, sanatçılar ve mimarlarla birlikte farklı bir şekilde betimlemek niçin önemli? Bence bunun sebebi, politik ve çok çağdaş ve çok trajik bir sonucunun olması. Şu anda politik pozisyonun nirengi noktasını üretmeye çalışıyoruz. Şunu görmek çok ilginç; Çoğu çalışmamda modernizasyon dediğim şeyde bu hat üzerinde yerellik diyebileceğimiz bu bölgeden yukarıdaki küresel diyebileceğimiz şu noktaya ilerlememiz gerekiyordu. Buraya küreselleşmenin ideal ufku da diyebilirsiniz. Adına modernist proje dediğimiz şeyin birden ikiye gitmesi gerekiyordu. Yani kendimizi deyim yerindeyse kendi yerelliğimizden çıkaracaktık ve gerçekte yerelden çıkmanın tek yolu bir küre hayali kurmaktı ve bu harekete küreselleşme diyoruz. Hepinizin bildiği gibi artık küreselleşme çoğumuz için değersiz bir tayin hâline geldi. Ve vatandaşlarımızın ya da yurttaşlarımızın çoğu artık "Dur,” diyor. "Artık küreselleşmeye çalışmıyoruz. Küreselleşmenin sadece bir efsane değil aynı zamanda bir tuzak olduğunu düşünüyoruz. “Peki, ne yapıyoruz? Fransa'da, Brexit'le İngiltere'de ve elbette Bay Trump'la Amerika'da her yerde görülebilen bir şey yapıyoruz. Bu son seçimlerde şahit olduğumuz gibi Almanya'da da görülebiliyor. Küreselleşme artık erişilebilir değilse geri dönelim, diyoruz. Şuna geri dönelim: Modernizasyon adına bizi çıkardığınız yerelliğe. Kimliğimizi geri alalım. Ve dar anlamıyla bu kimlik etnik olarak tanımlanabilir ya da en azından ulusal olarak tanımlanabilir. Deyim yerindeyse kapalı site olarak adlandırılabilecek şeye geri dönelim. Ve elbette buradaki insanların çoğu, belki de haklı olarak, küreselleşmeye gidenlerin kendilerini terk ettiğine inanıyorsa, -ki bu çok mantıklı- onlar da kendi kapalı sitelerini inşa ettiler. Tamam mı? Yani gerilim her yerde çok belirgin. Özellikle Avrupa'da ama sadece Avrupa'da değil. Küreselleşme ideali yok oldu, eski ve koruyucu kimliğimize geri dönmeliyiz diyoruz. Bu, geleneksel sol ve sağda bir gerilim, çok önemli bir gerilim yaratıyor fakat üçüncü cazibe merkezini unutturuyor. Şu ana dek bahsetmek istediğim ve bahsettiğim cazibe merkezi de bu. Üçüncü cazibe merkezi elbette bu ikisine kıyasla başka bir yerde. Üçüncü cazibe merkezi burada -projeksiyonda hep sorun çıkıyor ve balkonda oturanlar dışında kimse göremiyor. Tabii kimsenin görememesi çok mantıklı çünkü bu doğru, kimse görmüyor. Bu tabii biraz abartılı. Teknik masa projeksiyonu şuraya çekebilirse güzel olur. Teşekkür ederim. Deminden beri bahsettiğim üçüncü tam olarak bu. Bu alternatif görselleştirme yoluyla tarif etmeye çalıştığımız şey, küreyi andırmayan görsel. Kritik bölge demek bile kürenin birçok özelliğini anlatıyor fakat bu, heterojenlik, yerellik, bir toprağın ayrıntılarına dikkat etmek, vesaire gibi bahsettiğim birçok özelliğini içeriyor olmasına rağmen şurada duran eski toprağa dönmek değil. Yani kendisi zaten eş zamanlı bir çekim merkezi. Hatta birçok aktivizm hareketine bakarsanız, tüm ekolojik hareketlerin geliştirdiği görüşlere, küreselleşme fikrine karşı geliştirilen tartışmaların çoğuna, bir kimliğe geri dönüş fikri konusundaki eleştirilere yöneltilen argümanların çoğuna bakarsanız, herkes bir şekilde oraya ulaşmanın bir yolunu arıyor. Bu alana nasıl yerleşiriz? Buranın, hem küreden hem de en az bir yüz yıldır siyaseti, sol ile sağ arasındaki farkı organize eden yerelden çok farklı özellikleri var. Yani büyük paradoks şu ki herkes politik pozisyonu belirleyen, insanların "Hayır, hayır. Bu bitti. Bu gerici, bu ilerici” demesine alan açan yeni bir çekim merkezi olduğunu hissediyor gibi görünüyor. Fakat şu hat üzerinde mi yoksa bu hat üzerinde mi ilerici, bilmiyorsunuz. Ve tüm problem de burada. Bay Trump'ı bunun içine dâhil etmemeye karar verdim. Bay Trump'ın nerede olduğunu bilmek her zaman faydalıdır çünkü Bay Trump şurada bir yerde, ta şurada, dördüncü bir pozisyonda ki Bay Trump seçimi kazanana dek bu pozisyonun mümkün olduğunu bilmiyordum. O pozisyon da aynı anda şuradaki insanlara "Siz korunacaksınız" derken buradakilere de "Çok para kazanacağız" demesi. Dün yeni bütçeyi önererek tam olarak bunu yaptı. Yani aynı anda hem eski Amerika'ya dönelim derken hem de kapitalizmin her tür tacizine karşı en ufak düzenleme olmadan tamamen küreselleşelim diyebiliyorsunuz. Trumpizm, eğer böyle denebilirse, tek bir şartla işliyor: İklim değişikliğinin reddiyle. Ve bu çok ama çok ilginç. İşte bu yüzden bence… Bay Trump'ı kutlayalım diyemeyeceğim, biraz abartılı olacak ancak en azından selamlayalım çünkü Trump hükümeti tamamen ekolojiyi düşünen, iklim sorununu saplantı hâline getirmiş ilk hükümet fakat negatif anlamda. Ve bu çok faydalı çünkü o yapana dek kimsenin yapmadığı bir şeyi yaptı, iklim değişikliğinin reddini jeopolitikanın merkezine koydu. Sanırım Bay Trump'ı bir anlamda bu yüzden seviyorum. Şurada dördüncü bir pozisyon olduğunu hayal ederseniz onun yaptığının tam tersini yapar ve bir anda buraya tam olarak gelmemiz gereken yere inersiniz. Durum harika bir şekilde açıklığa kavuşuyor. Oraya varmamız gerek. Şunların karışımı olan bir pozisyon tasavvur etmeliyiz: Eski yerelliği tanımlayabilecek şeylerle “dünyayı” tanımlayan tüm yaklaşımları -bizim küreselleşmenin yanında Fransızcada “mondializasyon” da dediğimiz, ancak bunlar her iki durumda da farklı şeyler. Bu yüzden müthiş bir merakın içinde olduğumuzu düşünüyorum. Bu yüzden dışarıda, uzayda olup dünyayı yukarıdan, hiçlikten görmek yerine içeride olmanın politik sonuçları var. Bilim insanları, sanatçılar ve aktivistlerin ortak bir nemasının olması ve ortak eylemlerde bulunmaları bu yüzden çok önemli çünkü belirlemek çok çok zor olsa da oraya varmak en önemlisi. Tabii ki orada olmanın biraz sıkışık hissettirebileceğine katılıyorum. Belki hafiften klostrofobi hissedersiniz. İçeride olmanın öyle bir yönü var. Klostrofobik bir durum. Yani katılıyorum. Biraz… İçeride. Bir mağaranın derinliklerinde değilsiniz yine de dışarı çıkmanıza müsade yok. Bu girift girdabın içine karışmışsınız. Bu, içeride olmanın pozitif bir tanımı. Eflatun'un o çok garip ve komik hikâyesinde tasarımladığı gibi mahkûm değilsiniz. Esasen o kaçış yolu olmayan girdabın hep içindeydiniz. Bu doğru. Fakat aynı zamanda diğerleriyle, sizinle birlikte nefes alıp verenlerle, oluk açanlarla birliktesiniz. Bu, Alexandra Arènes'in az önce gösterdiğimden önce teklif ettiği diyagram ve biraz… Nasıl desem? Biraz çocukça bir yönü var diyebiliriz, en azından yaptığımız ve size aktarmayı başardığımı umduğum şeyin deneysel ruhu görülebiliyor. Aynı zamanda eski hikâyelerde okuduğumuz hazine haritalarını andırıyor. 16. yüzyıldan kalma bir karakteri var. Yeni topraklar keşfetmeye başladığımız dönemden kalma gibi. İşte bu yüzden durum konusunda kötümser olmamalıyız. Esasen… Elbette trajik bir durum ancak aynı zamanda yeni bir toprak keşfettiğimiz bir an. Aynen o dönem gibi… Büyük keşifler denen zamanların öncesi gibi. Bu genişleme anlamında değil, yeğinlik anlamında bir keşif. Eski topraklarda yeni bir şekilde var olmanın keşfi, ancak farklı şekilde anlaşılan. Yani bir anlamda tüm bu yeni durum bir tür Rönesansı andırıyor denebilir. Çok teşekkür ederim.

Çeviri: Eceworx Son Okuma: Deniz Gül

Daha Fazla İçerik
Etiketler