Toni Morisson’ın 1993 tarihli Nobel Konuşması

23 Eki 20

Toni Morrison’un 1993 Nobel Edebiyat Ödülü Kabul Töreni’nde yaptığı  konuşmada bir organizma olarak dilin kurduğu ilişkilere, onun yaşam koşullarına ve kullanımına dair gözlem ve deneyimlerini aktarır. 

Seçki
Ezgi Tok
Ezgi Tok’un seçkisi, Toni Morrison’un 1993 Nobel Edebiyat Ödülü Kabul Töreni’nde yaptığı konuşmadan oluşuyor. Bu konuşmada Morrison, bir organizma olarak dilin kurduğu ilişkilere, onun yaşam koşullarına ve kullanımına dair gözlem ve deneyimlerini aktarır. Hem kendi, hem de kurmaca bir karakterin gözünden hibrit bir yöntemle anlatısını oluşturan Morrison aracılığıyla dil - aktivizm - nüfuz etmek üçgeninde iletkenlik, geçirgenlik, esneklik gibi kavramların anlatı, söylem ve günlük hayatta nasıl karşılık buldukları bu seçimin odağında.

Teşekkürler.

İsveç akademisine en içten teşekkürlerimle.

Ve hepinize bu içten kabul için teşekkürler…

Kurmaca benim için hiçbir zaman eğlence olmadı. Yetişkin hayatım boyunca yaptığım bir iş oldu. İnanıyorum ki bilgiye erişim, muhafaza ve özümseme şekillerimizden biri kurmaca aracılığıyladır. Bu sebeple konuşmama, hepimizin hatırladığı üzere çocukluğumuzun ilk cümlesi olan, ‘’bir zamanlar’’ ile başlıyor olmamı anlayışla karşılayacağınızı umuyorum.

<<Bir zamanlar yaşlı bir kadın varmış. Körmüş fakat bilgeymiş.>> Yaşlı bir adam mıydı yoksa? Guru belki de, yahut yerinde duramayan çocukları sakinleştiren bir griot da olabilir. Bu hikayeyi, ya da bunun birebir aynısını, çeşitli kültürlerin anlatılarında duydum.

<<Bir zamanlar yaşlı bir kadın varmış. Kör. Bilge.>>

Benim bildiğim versiyonda bu kadın kölelerin kızı, siyahi, Amerikalı ve kasabanın dışındaki küçük bir evde tek başına yaşıyor. Bilgeliğinin namı şüphesiz ve emsalsiz. Halkının içinde bu kadın hem kanun, hem de kanun ihlali. Gördüğü hürmet ve uyandırdığı saygı kendi muhitinin ötesindeki uzak diyarlara, taşra kahinlerinin zekasını alay konusu edinen şehirlere uzanmakta.

Günlerden bir gün kadın, durugörüsünü yalanlamaya ve foyasını ortaya çıkarmaya kararlı bir grup genç tarafından ziyaret edilir. Planları basittir: Eve girerler ve cevabı salt olarak kadının onlardan farkına dayanan soruyu sorarlar. Epey mühim bir sakatlık olarak gördükleri bir ayrım: Kadının körlüğü. Kadının önünde dikilirler ve içlerinden biri şöyle der: <<Elimde bir kuş tutuyorum, ihtiyar. Söyle bakalım ölü mü diri mi?>>

Kadın cevap vermez. Soruyu tekrar eder. <<Elimdeki kuş ölü mü diri mi?>>

Kadın hala cevap vermemektedir. Kördür, ellerinde ne olduğunu bir kenara koyun, misafirlerini dahi göremez. Çocukların ne renklerini, ne cinsiyetlerini ne de memleketlerini bilir. Tek bildiği şey çocukların niyetidir. Yaşlı kadının sessizliği iyiden iyiye uzamıştır. Gençler gülmelerini bastırmakta zorlanır.

Nihayet kadın konuşur, sesi yumuşaksa da amansızdır. <<Bilmiyorum.>> der. <<Elindeki kuşun ölü mü diri mi olduğunu bilmiyorum ama bildiğim tek şey senin elinde olduğu. Bu senin elinde. >>

Kadının cevabı çeşitli anlamlarda ele alınabilir: Eğer kuş ölüyse, ya o halde buldun ya da öldürdün. Canlıysa, hala öldürebilirsin. Kuşun yaşayıp yaşamayacağı sana kalmış. Durum her neyse, senin sorumluğunda.

Güç gösterisinde bulundukları ve kadının çaresizliğini teşhir ettikleri için genç ziyaretçiler kınanmıştır. Yalnızca alay etme eylemi için değil, kendi emellerine ulaşmak üzere feda ettikleri bir parça can için de sorumlu oldukları söylenmiştir. Yaşlı kadın, dikkatleri gücün beyanından, beyanı icra eden saza kaydırmıştır.

Eldeki kuşun kendi kırılgan bedeni dışında neye işaret ettiğine dair yorumlar bana daima ilgi çekici gelmiştir. Şu ana kadar ve özellikle de şimdilerde, yaptığım iş üzerinde kafa yormak beni bu salona getirdi. Dolayısıyla kuşu dil, kadını da deneyimli bir yazar olarak okumayı seçiyorum. Kadın, kendisine doğuşta bahşedilmiş, paletiyle resmettiği dile el sürüldüğü, o dil başkalarının hizmetine girdiği için ve hatta bazı haince amaçlar doğrultusunda kendisinden alıkoyulduğu için endişeli. Bir yazar olarak dili, yer yer bir sistem, yer yer ise kişinin üzerinde kontrolünün olduğu canlı bir şey olarak düşünüyor. Ama çoğu zaman bir faillik olarak. En çok da sonuçları olan bir eylem olarak. Dolayısıyla çocukların kendisine getirdiği soru <<Ölü mü diri mi?>> gerçekdışı değil, zira kadın dili, ölüme ve silinip gitmeye karşı savunmasız; ve kuşkusuz, iradenin safi gayretiyle tehlikeye atılabilir ya da kurtarılabilir bir şey olarak düşünüyor. Ziyaretçilerinin elindeki kuş ölüyse, cesetten muhafızların sorumlu olduğuna inanıyor. Kadına göre ölü bir dil, sadece ne konuşanı ne de yazanı artık bulunmayan bir şey değil. Aynı zamanda kendi tutukluğuna hayranlık duyan, inatçı bir dil içeriğine de denk düşüyor. Kanaate varan devletçi bir dil gibi. Sansürlenmiş ve sansürleyici. Polislik faaliyetlerinde gaddardır. Kendi narkotik narsisizminin serbestiyetini, şahsi egemenlik ve ayrıcalığını sağlamak dışında hiçbir arzusu ya da amacı yoktur. Ne kadar can çekişiyor olsa da, etkisiz de değildir. Çünkü aktif bir şekilde zihni eritir, vicdanı oyalar ve insan potansiyelini bastırır. Sorgulanmaya açık değildir. Ne yeni bir fikir üretebilir ne buna tahammül edebilir. Öteki düşüncelere biçim veremez. Başka hikayeler anlatamaz. Kafa karıştıran sessizlikleri dolduramaz. Cehaleti onaylamak ve ayrıcalığı korumak için işlenmiş resmi dil, şövalyenin uzun zaman önce terk ettiği bir kabuk misali, etkileyici bir parıltıyla cilalanmış bir zırhtır. Böyledir işte: Budala, yağmacı ve duygusaldır.  Okul çocuklarında derin saygı uyandırır, zorbalara sığınak olur, halk içindeki istikrar ve uyuma dair sahte anılar biriktirir.

Kadın, bir dil kayıtsızlık, kullanılmama, ilgisizlik ve itibar gıyabından öldüğünde veya bir hükümle öldürüldüğünde yalnızca kendisinin değil, bütün kullanıcıların ve yaratıcıların bu ölümden sorumlu olduğuna kanaat etmiş durumda. Kadının topraklarındaki çocuklar dillerini dişleriyle koparmış ve sözsüzlüğün, sakatın ve sakatlayanın dilini konuşabilmek için anlamla boğuşan, kılavuzluk sağlayan ve sevgiyi ifade eden bir cihaz olarak yetişkinlerin topluca sırtını döndükleri dil yerine kurşunları kullanmaktadırlar. Öte yandan kadın dil intiharının yalnızca çocukların seçeneği olmadığını biliyor. Devletin çocuksu büyükleri arasında da yaygın, yalnızca boyun eğenlere seslendikleri veya itaate zorladıkları için, tahliye edilmiş dillerinin insan içgüdüsünden geriye kalanlara hiçbir şekilde erişim imkanı sağlamadığı güç tüccarları arasında da yaygın. 

Dilin sistematik yağması, kullanıcılarının ince, karmaşık ve doğurgan özelliklerinden vazgeçip onun tehditkar ve boyun eğdiren özelliklerini yeğ tutma eğiliminden anlaşılır. Baskıcı dil şiddeti temsil etmekten fazlasını yapar, şiddetin kendisidir; dilin sınırlarını temsil etmekten fazlasını yapar, dili sınırlar. İster örtbas edilmiş devlet dili, akılsız medyanın sahte dili olsun. İster akademinin mağrur ama kireç tutmuş dili, ister bilimin emtia güdümlü dili olsun; etik anlayışı olmayan hukukun bedhah dili olsun yahut ırkçı yağmacılığını yazınsal yüzsüzlüğünün ardına gizleyerek, azınlıkları yabancılaştırmak üzere tasarlanmış dil olsun. Tamamı reddedilmeli, değiştirilmeli ve teşhir edilmelidirBu tip bir dil kan içen, zaafiyetleri midesine indiren, nihai sona ve sonu gelmiş akla doğru amansızca ilerleyerek, faşist botlarını saygınlık ve vatanseverlikten örülme uzun eteklerinin altında saklayan bir dildir. Cinsiyetçi dil, ırkçı dil, teistik dil- Tamamı, efendilerin polisçi dillerinin tipik birer örneğidir. Yeni bilgiye ve fikirlerin paylaşılmasına müsaade etmezler, edemezler.

Yaşlı kadın hiçbir doyumsuz diktatörün, çıkarcı fikir insanının, para yiyen politikacı ya da demagogun, hiçbir kolpa gazetecinin kendisi tarafından ikna edilemeyeceğinin bir hayli farkında. Vatandaşların silahlı ve tetikte olmaları için; alışveriş merkezlerinde, adliyelerde, postanelerde, oyun alanlarında, yatak odalarında ve bulvarlarda sürekli katledilmeleri ve katletmeleri için gaza getiren bir dil var ve hep olacak. Gereksiz ölümlere merhameti ve o ziyanı ört bas edecek anıtsallaştırıcı bir dil hep olacak.

Tecavüze, işkenceye ve suikaste teşvik eden diplomatik dillerin dahası var. Ağıza alınamaz, suça teşvik edici kelimeleriyle kadınları boğmak ve boğazlarını da pate yapılan kazlar gibi ambalajlamak üzere tasarlanmış, daha da baştan çıkarıcı, mutant bir dil şimdi de var, sonra da olacak. Araştırma kisvesi altında gözetlemenin dilinin; tarih ve siyasetin sesi bastırılmış milyonların azabını ifade edececekmiş gibi ölçüp biçtiği dilin; yoksunları ve memnuniyetsizleri kendi komşularını aşağılama heyecanına gark etsin diye süslenip püslenmiş, yaratıcı insanları bayağılık ve umutsuzluktan yapılma kafeslere tıkmak için işlenmiş, kibirli, sözde empirik dillerin de aynı şekilde arkası gelmeye devam edecek.

Her ne kadar kıpır kıpır ve baştan çıkarıcı olsa da, bütün bu dilbazlığının, cazibenin, alimane birlikteliklerinin ardında böylesi bir dilin kalbi zayıf düşmüştür. Kuş çoktan öldüyse, belki de hiç atmıyordur bile. 

Kadın, herhangi bir disiplinin fikirsel tarihi, can ve zaman kaybında ayak diremeseydi, gerekli tahakkümün temsilleri ve gerekçelendirilmelerine, hem dışarıda bırakan hem de bırakılanın algılarına ket vuran, ölümcül, dışlama söylemlerine sığdırılmaya çalışılmasaydı nasıl olurdu diye düşündü.

Babil Kulesi hikayesinin arkasındaki alışılagelmiş öğreti, yıkılmasının bir talihsizlik olduğu yönündedir. Dikkat dağıtıcılığı ve kulenin sıkıntılı mimarisinden patır patır dökülen bir yığın dilin ağırlığı hakkındadır. Yekpare bir dil binanın yapımını hızlandırabilirdi ve cennete ulaşılabilinirdi tabii. Kimin cennetine, diye düşer kadının aklına. Nasıl bir cennet? Belki de cennetin edinimi biraz zamansızcaydı. Hiç kimse diğer dilleri, anlatıları, görüşleri kavramaya zahmet etmeyecekse biraz da aceleci sayılabilir. Etselerdi, hayal ettikleri cennet ayaklarının dibinde bulunurdu. Karmaşık, talepkar… Evet… Fakat cennetin hayat olduğu bir görüş bu. Yaşam sonrası cennetin değil.

Kadın genç ziyaretçilerini, dilin var olmak üzere hayatta kalmaya zorlanması gerektiği intibasıyla bırakmak istemez. Bir dilin canlılığı o dili konuşanların, o dilde okuyan ve yazan kişilerin gerçekçi, hayali ve muhtemel hayatlarını resmetmekteki kabiliyetinde yatar. Verdiği zevk kimi zaman deneyimi yerinden etse de, onun yerini alamazAnlamın uzanabileceği yere doğru bir kavis çizer. Birleşik Devletler’in başkanı, ülkesinin dönüştüğü mezarlığı düşünüp, <<Dünya, burada söylediğimiz şeylerin çok azını dikkate alacak, çok azını hatırlayacak. Fakat burada yapılanları asla unutmayacaktır.>>  dediğinde, sade kelimeleri, hayat verici özellikleriyle insanın canına can katıyor. Çünkü dehşet verici bir ırk savaşındaki 600.000 ölü askerin gerçekliğini içermekten imtina ediyor. 

Anıtsallaştırmayı reddeden, bir “son söz” ya da “özetleme"den dem vurmayan, "yüceltme ve küçültme konusundaki zayıf güçlerini” kabul eden kelimeleri, yasını tuttuğu hayatın ele geçirilemezliğine dair bir saygıya işaret ediyor.

Kadını harekete geçiren şey hürmet, dilin bir kalemde hayata uygun yaşayamayacağının onaylanması. Yaşamamalı da. Dil hiçbir şekilde köleliği, soykırımı, savaşı tam olarak açıklamaz. Bunu gerçekleştirebilsin diye kibire arzu duymamalı da. Dilin kuvveti, verdiği mutluluk tanımlanamaz şeylerin ötesine uzanmasından gelir. İster ihtişamlı ister cılız olsun, oyuklar açsın, infilak etsin yahut kutsamayı reddetsin. İster gürültülü kahkahalar atsın yahut alfabesiz bir feryat olsun, uygun söz, seçilmiş sessizlik, kendi haline bırakılmış dil bilgiye doğru akın akın gider, yıkımına değil. Öte yandan, kim sorgulayıcı olduğu için yasaklanan, eleştirel diye kötülenen, değişime ön ayak oluyor diye silinen bir edebi eser duymamıştır ki? Kaçımız kendi topuğuna sıkan dilin düşüncesiyle öfkelenmemişizdir? Okullardaki kelime egzersizleri son derece olağanüstü diye, düşünüyor kadın, çünkü üreticiler. Hiç kimselere benzemediğimiz zamanlardaki farklılıklarımızı, insani farklılıklarımızı güvenceye alan anlamlar türetiyorlar. 

Ölüp gideceğiz. Hayatın anlamı bu olabilir. Bir yandan da dili icra ediyoruz. Hayatlarımızın ölçüsü de bu olabilir.

<<Bir zamanlar…>> ziyaretçiler yaşlı kadına bir soru sorarlar. Kimdir bu çocuklar? Bu karşılaşmaya ne anlam verdiler? Kadının son sözlerinde duydukları şey neydi? <<Kuş senin elinde.>> Bir ihtimale işaret eden bir cümle mi yoksa kapının sürgüsünü çeken türden mi? Belki de çocukların duyduğu şey, <<Benim sorunum değil. Neticede ben yaşlıyım, kadınım, siyahım ve körüm. Şu an sahip olduğum bilgelik ise sana yardım edemeyeceğimi bilmemde yatıyor. Dilin geleceği size ait.>>

Çocuklar orada dikilmekte. Ellerinde hiçbir şey olmadığını varsayın? Varsayalım ziyaretin sebebi küçük bir üçkağıt. Daha önce hiç tecrübe etmedikleri şekilde ciddiye alınsınlar, kendileriyle konuşulsun diye yaptıkları bir numara. Boğucu söylemlerin kendileri hakkında, kendileri için fakat hiçbir zaman kendilerine yönelik olmadığı yetişkinler dünyasını ihlal etmek, araya girmek için bir şans belki? Aciliyet gerektiren sorular söz konusu burada. Kendi sordukları da dahil. <<Elimde tuttuğum kuş ölü mü diri mi?>> Belki de bu soru şu anlama geliyordur: <<Birisi bize hayatın ne olduğunu, ölümün ne olduğunu anlatabilir mi?>> Hiçbir numara yok, şapşallık yok. Bilge birinin dikkatine değecek, son derece direkt bir soru. Eski bir soru. Eğer hayatı yaşayıp ölümle yüzleşen yaşlı bilge bunu tarif edemeyecekse, kim edebilir ki?

Fakat tarif etmiyor kadın; sırrını, özgüvenini, bilgece sözlerini, sanatını vaat etmeden kendisine saklıyor. Mesafesini koruyor ve bu mesafeyi zorla kabul ettirip,  ayrıcalıklı, sofistike alanındaki garipliğine geri dönüyor. Kadının feragat beyanını hiçbir şey, tek bir kelime dahi izlemiyor. Sessizlik derin. Söylediği sözlerdeki mevcut anlamdan çok daha derin. Bu sessizlik titriyor ve çocuklar da, sinir olmuş bir şekilde, bu sessizliği oracıkta icat ettikleri dille dolduruyorlar. 

<<Söyleyeceğin bir şey yok mu?>> diye soruyorlar kadına. <<Senin fiyaskolarını ortaya dökmemize yardım edecek tek kelamın yok mu? Bize az evvel verdiğin, dersle zerre alakası olmayan ders üzerinden olabilir. Zira biz ne söylediğin kadar ne yaptığınla da yakından ilgileniyoruz. Cömertlik ve bilgelik arasına diktiğin bariyerle de öyle. Elimizde, ölü ya da diri, bir kuş yok. Sadece sen varsın ve sana sorduğumuz mühim soru. Elimizdeki hiçbir şey aklına getirmeye, üzerinde kafa patlatmaya tahammül edemediğin bir şey mi yoksa? Genç olmayı, dilin anlamı olmayan sihir olduğu vakitleri hatırlamıyor musun? Dilinin döndüğü şeyin kastettiğin şey olamadığı zamanları? Hayal gücünün gözle seçilemeyeni görmeye didindiği? Sorular ve taleplerin cevaplarının ışıl ışıl yandığı ve senin bilememenin öfkesiyle zangırdadığın vakitleri? 

Sizin gibi daha önce savaşıp kaybeden kahramanların, elimize hayal ettiğinizden öte bir şey bırakmayan savaşıyla mı başlayalım? Cevabın ustaca düşünülmüş ama ustalığı bizi utandırıyor, seni de utandırmalı. Cevabın kendi tebrikâtında utanmazca. Elimizde hiçbir şey yok diyelim, bu cevap hiçbir anlama gelmeyen bir dizi diyalogundan fazlası değil.

Neden bize ulaşmadın, yumuşak parmaklarınla dokunmadın? Bu kısa açıklamayı, hisseyi, bizi tanıyana kadar niçin bekletmedin? Küçük numaramızı, modus operandi’mizi öylesine hor gördün ki, dikkatini çekmek için nasıl da afalladığımızı gözünden mi kaçırdın? Genciz, körpeyiz. Kısacık hayatlarımız boyunca tek duyduğumuz şey sorumluluk sahibi olmamız gerektiği. Ne anlama geliyor ki bu dünyanın dönüştüğü felakette? Şairin dediği gibi, “halihazırda çıplak olanın üstünü açmaya gerek yok.”

 Mirasımız ayaklar altında. Senin yaşlı, boş bakan gözlerini devralıp, sadece gaddarlık, vasatlık görelim istiyorsun. Milliyet masalına tekrar tekrar inanacak kadar aptal olduğumuzu mu zannettin? Biz senin geçmişinin zehri içinde belimize kadar batmışken, ne cüretle vazifeden bahsedersin?

Bizi ve elimizde tutmadığımız kuşu değersizleştiriyorsun. Hayatlarımızın hiçbir bağlamı yok mu? Daha güçlü bir şekilde başlamamıza yardım edecek herhangi bir şarkı, eser, bol vitaminli şiir, tecrübeye dayalı bir mazi anlatısı paylaşamaz mısın? Sen bir yetişkinsin. Yaşlı olan, bilge olan sensin. Yüzünü aklamayı düşünme. Bizim hayatlarımızı düşün, bu ayrıntılarla bezenmiş dünyadan bahset. Bir hikaye anlat. Anlatı radikaldir. Yaratıldığı noktada bizi yaratır. Elinin yettiğinin ötesine düşerse seni suçlamayız. Eğer kelimelerini sevgi ateşlerse, sözcüklerin alevler içinde yanar gider. Geriye yanıklarından başka bir şey kalmaz. Aynı şekilde kelimelerin, bir cerrahın ellerinin suskunluğuyla, sadece kanın attığı yerlere dikiş atarsa öyle.

Bunu tek seferde, hakkını vererek yapamayacağının farkındayız. Tutku asla yeterli değil, yetenek de aynı şekilde. Yine de dene. Hem bizim hem kendi hatırın için dene, sokaklardaki şanını unut. Karanlıkta ve aydınlıkta dünyanın senin için nasıl bir yer olduğunu anlat. Bize neye inanacağımızı, neyden korkacağımızı söyleme. Bize inancın geniş eteğini, korkunun düğümünü söken ilmiği göster. Sen, körlükle kutsanmış, yaşlı kadın. Sadece dilin muktedir olduğu şeyleri anlatabilen dili konuşabiliyorsun: Resimler olmadan görebiliyorsun. Sadece dil bizi ismi olmayan şeylerin ürkütücülüğünden gözetir. Sadece dilin kendisi tefekkürdür. Bize kadın olmanın ne demek olduğunu anlat ki, erkek olmanın ne olduğunu bilelim. Uçlarda neler hareket eder bilelim. Bu dünyada bir evinin olmaması ne demek bilelim. 

Bildiğinden uzağa sürüklenmek. Senin arkadaşlığına dayanamayan kasabaların bir köşesinde yaşamak. Bize Paskalya’da kıyılardan gerisin geri dönen gemileri anlat. Çayırda bırakılan plasentayı, bir vagon dolusu köleyi anlat. Kar yağışından daha sessiz nasıl şarkı söylediklerini. Yanlarındaki omzun küçük bir irkilmesinden, bir sonraki durağın sonuncusu olacağını nasıl da bildiklerini. Elleri kasıklarında nasıl da dua ettiklerini, sıcağı hayal edişlerini ve güneşi. Yüzlerini kaldırıyorlar, güneş oracıktaymış gibi. Kafalarını çeviriyorlar, oracıktaymış gibi. 

Bir handa dururlar. Sürücü ve arkadaşı ellerinde lambayla önden gider ve arkada vızır vızır çalışan köleleri karanlıkta bırakır. Atın silüeti toynaklarının altındaki karı, köleleri kıskandıran bir şekilde eritir. Hanın kapısı açılır. Işıkların arasından bir kız, bir de oğlan çıkar. Yataklı vagona çıkarlar. Şimdilik bir elinde lamba, diğerinde de bir testi elma şarabı varsa da, bu çocuk üç sene içinde çocuk bir silah taşımaya başlayacaktır. İçkiyi ağızdan ağıza paylaşırlar. Kız biraz parça et, ekmek ve biraz daha fazlasını sunar: Hizmet ettiği kişinin gözlerine kısa bir bakış. Erkeklere birer pay, kadınlara ikişer. Bir de bakış. Onlar da geri bakar. Bir sonraki durak, son durakları olacak. Bu değil ama. Bu sıcacık.

Çocuklar konuşmayı bitirdiğinde oda yeniden sessizleşmiştir. Ta ki kadın bu sessizliği bozuncaya dek:

<<Nihayet,>> diye girer lafa <<size güveniyorum. Kuşun ellerinizde olmadığına çünkü onu tam anlamıyla yakaladığınıza güveniyorum. Baksanıza. Beraber yaptığımız bu şey ne de güzel.>>

Çeviri: Ecem Efsun Üçkardeş Son Okuma: Ezgi Tok

Daha Fazla İçerik
Etiketler