Mehmet Sander Sanatçı Konuşması

30 Eki 20

Dans sanatçısı, koreograf Mehmet Sander’in bedeni ve mekânı nasıl alımladığını pratiği ve üretimleri bağlamında aktardığı sanatçı konuşması

Derya Bayraktaroğlu dil ile müzakeresini “şimdi ve burada” fenomenine, zaman/mekânın mülkleşmesine uzanan bir eleştiriyle kuruyor. Anaakım, tekil ve krono-normatif bir artikülasyon olarak sunulan “şimdi ve burada” bir yana, yer ve zaman queer düşünüşün araçları yordamıyla nasıl algılanabilir? Sorular üretmeye ve metod üzerine düşünmeye aracılık edecek üç parçadan oluşan yapının parçaları şöyle: Jack Halberstam’ın José Esteban Muñoz’un ani ölümünden sonra yazdığı bir mektup, Angela Davis ve Judith Butler’ın eşitlik mevhumuna dair genel-geçer siyasal kabuller ve beklentileri alaşağı eden bir sohbeti ve Mehmet Sander’in bedeni direnç ve bir karşı-eylem olarak ele alan sanatçı konuşması.
Çeviri
Eda Kurç

- İyi akşamlar. Teşekkürler. Biz SCI-Arc’da, sadece bedenlerin yer tutabileceği mekânlar tasarlamakla değil, bedenin bir alan içerisindeki mimarisi ve hareketiyle de ilgileniyoruz. Bu yüzden bu akşam konuşmasını dinlemek ve çalışmalarını izlemek için Mehmet Sander’i ağırlamaktan memnuniyet duyuyoruz. Kendisi Los Angeles’taki Mehmet Sander Dans Topluluğu’nun kurucusudur. Mehmet’in dans sanatına olan yaklaşımı sık sık “dans mimarisi” olarak tanımlanmıştır. Topluluk, müziğin eşliği olmadan performanslar sergiliyor. Dahası bedenin mekândaki hareketine odaklanıyorlar. Onları ilgilendiren; bedenin düzlem, yer çekiminin başlatıcı ve koreografinin; uzam-yer çekimi rollerini aldığı yaya-dışı alanları işgal etmek. Kendisinin bunu daha detaylı açıklaması ve sonrasında da üretimlerini deneyimlemeniz için aradan çekiliyorum. Evet, Mehmet.

- Merhaba, iyi akşamlar. Pek hoşlanmasam da mikrofon kullanmak salonun akustiği açısından yararlı olacak. Adım Mehmet Sander ve burada olmaktan çok memnunum çünkü bir koreograf olarak dansla en ilişkili sanat dalının mimari olduğunu düşünüyorum. Bunun başlıca nedeni mimarinin bedenlerin kullanabileceği mekânlar tasarlaması ve koreografinin mekân içindeki hareketi tasarlamasıdır. Son beş yıldaki çalışmalarımda bu ikisi arasındaki ilişki gittikçe belirginleşti. Merce Cunningham’in uzam-insan hareketi olarak ifade ettiği dans tanımı, benim çok doğru bulduğum bir tanımdır. Temelde dans; mekân, zaman ve insan hareketidir. Buna ekleyebileceğim tek şey, yer çekimi olabilir, çünkü hareket eden veya yerinde duran her şey yer çekimi kurallarının etkisi altındadır. Yarın sabah sekiz ay ve on iki Güneş’e uyanabiliriz, bu mümkün, fakat yer çekimini kaybetme olasılığımız yok. Yer çekimi bizi bir arada tutar; canlı veya cansız her şeye yer çekimi hükmeder. Bu yüzden hareket, yer çekimiyle ilişkili olmak durumundadır.

Kısaca kendimden bahsetmem gerekirse, ben Türkiyeliyim ve İstanbulluyum. Orada büyüdüm ve orada dans etmeye başladım. On beş ila yirmi yaşlarım arasında Güzel Sanatlar okudum. O zamanlarda hem De Stijl ve Bauhaus akımlarına hem de dikey açılar, temel renkler ve temel formlara büyük bir ilgi duyuyordum. Bu yüzden dansa başladığımda, koreografiye ve beden-mekâna dair ilgim; kare, üçgen ve daire üzerine oldu. Dansa on beş yaşında İstanbul’daki Geyvan McMillen dans grubuyla başladım ve sonrasında Londra Çağdaş Dans Okulu’nda dans ettim. 87’ senesinde de Amerika’ya geldim ve Cal State Long Beach Harvard Üniversitesi Amerikan Dans Festivali’nde dans okudum. Üç yıl önce de, 1990’da, kendi dans topluluğumu kurdum.

Balanchine’in bir sözü vardır. “Alansız, hareket var olamaz.” Bu benim deneyimim için  de çok doğrudur. Dans akademisinde koreografi ve hareket öğretilirken, beden-mekânınız olan pozitif alandan ve bunun dışında kalan negatif alandan bahsedilir. Doğal olarak, geçmiş eğitimimde pozitif alanın koreografisini üretmek yer tutuyordu, fakat dört sene önce asıl istediğimin negatif alanın koreografisi üzerine çalışmak olduğunun farkına vardım. Ve bu yüzden de çalışmamı bugün burada tanıtmak beni çok heyecanlandırıyor çünkü beni ilgilendiren çoktandır insan hareketinin değil, mekânın koreografisidir.

Bugün öğlen burada beklerken manifestomu bir kenara yazdım ve bunun üstünden geçersem bence ne yaptığımla ilgili daha iyi fikir edinebilirsiniz. On senelik bir süre içerisinde bir araya gelen manifestomun hayli genel bir anlatımını paylaşacağım.

Her dansımın öznesi, dansın kendisidir. Dansın kendisi, mekânda bulunmaktan ibarettir. Danslarım görev odaklıdır, bu yüzden performans unsurları barındırmaz. Yalnızca görevleri icra etmekle ilgilidirler. Risk alma unsurunu kullanmamız izleyicilerin analiz süreçlerini engelliyor, bu sebeple hareket öncelikle fiziksel seviyede, sonra duygusal seviyede, sonra da entelektüel seviyede deneyimleniyor. Dans gösterilerinde sahnede bir eser sergilenirken izleyiciler genellikle çamaşır yıkarken yapacakları renk ayrımını veya buzdolaplarında bulunan hangi yemeği yiyeceklerini düşünürler. Ben de yıllar boyunca bunu deneyimledim; bir dans gösterisine gidiyorsunuz ve önünüzdeki bedenin yavaş veya orta dereceli hızda hareketini izlerken aklınız başka yerlere kayıyor, yani dikkatin dağılması söz konusu ve bence bu, dansın temel sorunlarından biridir.

Bu yüzden izleyiciye zaman tanımayı sevmiyorum. Ne kadar hız kullanırsak, izleyicinin dikkatine o ölçüde hâkim olduğumuza ve böylelikle performans sırasında fiziksel bir deneyim yaşandığına inanıyorum. Dolayısıyla harekete öncelikle fiziksel açıdan yaklaşıyorum. Beden çizgisi benim için yer demektir; yaptığım şey insan bedenini yer olarak ele almak. Dans yapıtı üretmek söz konusu olduğunda duygusal nedenlerden hareket almak bence vurdumduymazlıktır. Bana göre her insan duygusaldır ve hepimiz duygusal varlıklar olduğumuzdan ötürü, bunun üzerine bir katman daha duygu eklemenin bir anlamı yoktur. Beden mekân içinde hareket ettiğinde tüm bilgi zaten orada mevcuttur. Bunun üzerine bir ikinci duygu katmanı eklememize gerek yoktur.

Danslarım bir kez başladıktan sonra, yapıt sona ermeden durmaz. Mekânda hareket ederken dans yapıtının ortasında nedensiz bir biçimde durmayı gereksiz buluyorum. Bu yüzden çalışmalarıma, tamamen gereksiz bulduğum kanatlar dâhil edilmez. Kanat dediğimiz, proskenyon (İtalyan) sahnenin kenarlarıdır. Ben ise kanatların arkasında ne olduğunu, neyi kaçırdığımı, orada olup bitenleri, yani bilmemem gerektiği düşünülenleri bilmek istiyorum. Yani ânın gerçekliğine ilgi duyuyorum. Bu yüzden dans, yapıt sonlanana dek veya dansçılar bir başka beden veya kısıtlama tarafından durdurulmadığı sürece durmaz.

Alanın ekonomik kullanımına çok ilgi duyuyorum. Kanımca alan en küçük detayına kadar sorgulanmalıdır. Çoğu zaman dansçıların yaşadığı bir sorun; proskenyon sahnedir. Etrafından geçilen, bir ön sahne her zaman söz konusudur. Koreografların hatası ise, -ki bunu dansın en büyük sorunlarından biri olarak görüyorum-, alanın ne olduğunu sorgulamamalarıdır. Hâlbuki her yapıt için alan yeniden tasarlanmalı ve yaratılmalıdır. Alan, sahne değildir. Alan senin onu nasıl tasarladığına, tanımladığına ve sınırlandırdığına bağlıdır. 

Alanın idareli kullanımına ilgi duyduğum için çalışmalarımda alanı kısıtlarım. Bu kısıtlama yeni bir kelime haznesi algısı yaratır. Çalışmalarımda yer çekimi örgütleyicidir. Yani çalışmalarım, 19. yüzyıl balesinde olduğu gibi bedensel ağırlık bakımından hafif dansçılarla yer çekimini kamufle etmenin aksine, yerçekimini  gözler önüne serer, çünkü hepimizin bir ağırlığı vardır ve yukarı çıkan her şey zemine döner. Dolayısıyla yer çekimi, kamufle edilmesi gereken bir şey olmaktan çok hareketim için bir başlatıcı unsurdur.

Çalışmalarımda geçişler kullanmam. Beden; bazen yatay, bazen düşey ve bazen de 45 derecelik doğrusal çizgiler tutar mekânda. Bu, her zaman ilgi duyduğum De Stijl grubundan etkilenmemden kaynaklanıyor; ortogonaller ile düşey ve yatay çizgiler. Mondrian’ın teorisi her zaman ilgimi çekmiştir mesela. Kendisi ağaçlar ve dağları çizerken nihayetinde doğayı yatay ve düşey çizgilerle ifade edebileceği kanısına varmıştır. Bu yüzden arada kalan açıları koreografilerime dahil etmiyorum. 45 derece açı kullanarak, aslında yine de bir uzlaşı sergiliyoruz. Mondrian’ın De Stijl grubunu terk etmesinin sebebi; diyagonaller kullanmanın büyük bir taviz olduğunu düşünmesidir. Ben o uzlaşısızlık raddesine gelmedim henüz. O yüzden üretimlerimde diyagonallere rastlamak mümkün. 

Geçişlere rastlamak ise mümkün değil. İlgi duyduğum şey, bedeni yaya ya da mekânda yol alan bir varlık olarak göstermektense onu çizgi ve mekân olarak göstermektir. Amacım insan bedenini yer olarak göstermektir. Eskiden şöyle derdim, “kolunu hareket ettiriyorsun ve altında alan oluşuyor, işte bu danstır”. Şimdi ise bu düşünceme katılmıyorum çünkü hiç hareket etmezken bile, beden alanın mimarisiyle ilişki içinde olduğundan dans; hareketsizlikle dahi gerçekleşen bir şeydir. Şu duvara dikey ve şu duvarlara yatay ve paralelim ve zemine dikeyim. Zemin ise, sadece bizim zemin olarak adlandırdığımız şeydir, öyle değil mi? Yani eğer bunun zemin olduğuna karar verirsem, o zaman orası referans noktası olarak alınır. Benim için dans, insan bedenini yer olarak öne sürmekten ve onun mekândaki diğer noktalarla ilişkisinden oluşur.

Bu mevzunun dışında kalması sebebiyle kimi sanat dallarını koreografime dâhil etmiyorum. Bunlardan biri, eskiden iş birliği yapmış olduğum bir daldır; müzik. Tabi ki iş birliği yapmak heyecan verici, fakat ben müziği danstan en uzak sanat dalı olarak görüyorum. Müzik bana çoğunlukla yabancı bir mecra gibi gelmiştir çünkü dansın zamanlamasının, müzikal metrenin zamanlaması yerine bedenin bir görevi tamamlarkenki kendi zamansal parametrelerini esas alması gerektiğini düşünüyorum.

Koreografi öğrenmek için akademiye gidiyorsanız, size Rondo parçasının koreografisini nasıl yapacağınız öğretilir. Dört metreye veya vals metresine sığacak bir koreografi tasarlamanız istenir. Sizden bir alanı, içinde bulunduğunuz mekânla ilişkili bir alanı nasıl tutacağınız öğretilmez. Ben buna odaklanılması gerektiğini düşünüyorum. Tercihen gelecekte daha sık görmek istediğim şey dans bölümlerinde mimari öğretilmesidir. Bu tür bir eğitimi finanse etmek gerekiyorsa, piyanoları satmak… Herneyse… Piyanoların satılması gerçekten istediğim birşey değil! Söylemek istediğim; ben dans okurken zamanımın yüzde kırkını müzik dersleri alarak geçirdim. Sanki birer enstrümanmışız gibi insan hareketini müziğe sığdırmaya çalışarak geçirdik zamanı, oysa bizler mekânda yer tutan varlıklar olmaktan başka bir şey değiliz, dolayısıyla müzik gereğinden fazlasıyla odak noktası haline gelmiş durumda. Bu yüzden müzik dansın bir numaralı düşmanıdır.

Dans yapıtlarının koreografisi çoğunlukla müziğe göre yapılıyor. Yeni hareketler bulmak ve mekânda yer tutmanın yeni yollarını aramak yerine hareketleri müziğe iliştirme yönünde çaba sarf ediliyor. Dolayısıyla hareket nedir, mekân nedir, dans nedir, bunlar unutuluyor. Mesela konsere gittiğinizde… Aranızdan bazıları müzik konserine gitmiştir, değil mi? Her müzik konserinde dansçı görmüyorsunuz, değil mi? O zaman neden her dans gösterisinde müzik duymamız gerekiyor? Her resim sergisine gittiğimizde müzik eşliğinde etrafta hareket edip duran dansçılar görmüyoruz. O hâlde dans izlemeye  gittiğimizde neden sadece hareket sanatını görmeyelim? Neden dansı hareket sanatı olarak görmeyelim? Hareket sanatı ne ile ilgilidir? Hareketle ilgilidir. Hareket ne ile ilgilidir? Yer çekimine maruz mekânla. İşte bu yüzden müziği çalışmalarımdan çıkardım.

Ve yine bu yüzden, üretimlerimde zamanlama; içinde bulunan görevlerin tamamlanmasını gerektiren zamanı esas alır. Tamamlamak kelimesini kullanıyorum çünkü söz konusu görevleri, ânın (performans unsurunun ortadan kalktığı) gerçekliğinin su yüzüne çıkması için bir aciliyet hissi yaratma amaçlı kullanıyorum. Bir bilim insanının laboratuvarda çalıştığı gibi çalışmaya inanıyorum. Geçmiş deneyimlerime dayanarak, çoğunlukla dans, genel bir fikirden başlayarak ortaya çıkıyor. Benim için zamanın başlangıcında uzay vardı. Sonra insan. Sonrasında hareket. Ve ondan sonra ses. Bu sebeple koreografi çalışmalarımın tamamında öncelikle mekânı yeniden sorgulamaya odaklanıyorum, böylelikle daha dürüst olduğumu hissediyorum. Mekânla başlayıp sonra mekânın içine insan bedenini yerleştiriyorum.

Mesela atölyelerimde katılımcılara tatbik etmeleri için verdiğim bir egzersiz vardı geçen yıl. Çok miktarda kontrplağım vardı. “Bu kontrplak, bu çekiç ve çivilerle öyle bir yapı yaratın ki”, derdim, “insan önce eğilsin, sonra sürünsün, sonra yuvarlansın ve sonrasında bir daireyi katedip ve iki keskin köşeyi geçip başladığı yere geri dönsün”. Yani egzersiz sekiz görevden ibaretti. Öyle bir yapı yaratmaları gerekiyordu ki içeri giren insan önce eğilmeli, sonra yerden yaklaşık 92 cm yükseklikteki çok alçak bir tavanın altında sürünmeli, sonra dairesel ve sonra keskin köşeleri geçmeli ve yaklaşık bir dakika on saniye içinde yapıdan çıkmalıydı. Şu aralar yapmaya ilgi duyduğum atölye şekli bu; insanlara bir mekân inşa ettirtmek ve hareketin nasıl doğrudan bu mekânın inşa edilme biçiminden ortaya çıktığını gözlemlemek. 

Hareketten bahsettiğimde, yürüme ve koşma hareketlerinden oluşan yaya faaliyetini dâhil etmiyorum buna çünkü bunlar hepimizin her zaman yaptığı şeyler. O yüzden bir koreografın bu hareketleri malzeme olarak kullanmasını gerekli görmüyorum. Ayağımızın altı dışında beden tertibatlarıyla hareket etmemiz mümkün, taban -ki çok küçük boyutlu bir tertibattır- ile yürümemiz veya koşmamız gerektiği sadece bir varsayımdır. Yürüyen ya da koşan insanın hareketinden çok, kendi sırtı üzerinde, karnı üzerinde, ya da baş üstü hareket edebilen insanın devinimleri [locomotion]; bu tür lokal devinimler ilgimi çekiyor. Fırlamak, şaplamak, kütlemek, çarpmak, imha etmek, patlamak gibi eylemleri andıran hareketler yaratmaya çalışıyorum. Yani en kolay koreografik tercih olan; bir kanattan diğerine ve diğerinden ötekine ulaşmaktan ibaret olan koşma hareketinden çok bu tür kelime dağarcığına yakın hareketlerle ilgileniyorum.

Manifestoma yakın zamanda eklenmiş son bölüm ise hareket yerine mekânın koreografisini yapma çabamla ilişkilidir. Dansçılarıma baktığımda odağım onların hareketleri değildir, aralarında mevcut boşluğa bakar, bunun o mekânda mimariyle nasıl bir ilişki içinde olduğunu gözlemlerim. Üzerinde çalışmayı sürdürdüğüm manifestomun hayli genel bir anlatısı budur.

Koreografide insan bedeniyle çalışıyor olmak temel sorundur çünkü sadece dört uzvun var, dizlerin, dirseklerin sadece bir yöne bükülüyorlar ve kafan sadece 180 derece dönebiliyor, öyle değil mi? Beşinci bir uzuv ekleyip bir parçanı yerinden çıkartamazsın. Aslında, bedeni yeniden yapılandırmak ve yeni hatlar yaratmak mümkün, ama demek istediğim , dizlerinin dirseklerinden zıt yöne bükülmesini sağlayamazsın. Bu yüzden kısıtlısın. Bu bir mücadeledir. Buna ek olarak, mekânı tutma konusu var. Alışkanlıklarına bağlı bir tür olduğumuz ve hayatı bilişsel yaşadığımız için, bir yerde yürürken insan her zaman dik bir pozisyonda hareket eder. Dolayısıyla modern dans disiplininde mekânı daima dik işgal etme sorunuyla karşı karşıyasınız. Yatay veya tersyüz, altüst veya diyagonal bir şekilde mekânı tutma olanağınız olmuyor.

Sorun gördüğüm bir diğer şey, koreografi mecrasında ‘modern’ olduğu öne sürülen ve görünüşte modern çalışmalardır.  Benim için yapıtın modern olması, içten dışa, yapının ve formun modern olmasıdır, mekânın sorgulanması ve önceden bahsettiğim tüm unsurların sorgulanmasıyla ilintilidir. Aslında soru listem şu an yanımda. Bunlar, her koreografi tasarladığımda sorduğum sorulardır: hareketin hızı… “Orta düzeyde” neyi ifade ediyor? Bir uçağın da orta düzeyde hızı olabilir. “Orta düzey”in sokakta yürüme hızı olması gerekmez. Bir şeye çok hızlı başlarsanız ve o hızı orta düzey olarak kabul edersiniz bu ne demek olur? Alışılagelmiş şekilde dik durmadan, yerçekimini kamufle etmeye çalışmadan, izleyicinin analiz sürecini altetmek için hız kullanarak, ayak altının dışında hareket sistemleri kullanarak, performans alanını mimari referans noktalarıyla sınırlandırarak ve söz konusu mimari referans noktalarının her birini sorgulayarak: yer nedir, tavan nedir?… bunlara  karar vererek… 90 derecelik proskenyon sahneden kurtularak ki ön sahnede olup olmamak tercihtir... Dahası, estetiğin sınırlarını zorlayarak: güzel nedir, dans nedir, zarif nedir, şiddetli nedir... Bir disiplinin formasyonunu (yeniden) işlemektir.

Modern dansın modern olmaması meselesinden bahsettim. Benim için modern görünümlü olmasına rağmen yapı ve form yönünden eksik bir dans yapıtı, durmaksızın aynı binayı inşa edip sadece duvar kâğıdını değiştirmeye benzer. Bir binada aynı mimari tasarımı kullanılıp seneden seneye sadece duvar kâğıdı ve renkleri değiştirmek gibi, modern dans da bazen böyle monotonlaşabilir. Koreografide aynı yapı tekrarlanırken sadece kostümler ve ışıklar değişiyorsa, bana kalırsa bu bir yapıtı modern kılmaya yeterli değildir.

Ve tabii ki çalışma mekânı içerisinde bir alan hissi ortaya çıkarmak çok önemlidir. Size, mekânla ilgili düşünmeme çok yardımcı olan bir Daoist fikri aktaracağım: Kille çanak çömlek yaptığımızda, bunu alan yaratmak için yaparız: o çanak çömleğin içindeki boş alanı yaratmak için. Aynı şekilde, mesela kontrplakla duvar inşa ettiğimizi düşünün, tüm bu sarf ettiğimiz çaba boşluk yaratmak içindir. Bu boşluk hissini yaratmak benim için önemli, çünkü boşluk varken dışarıdakini içeriye davet edebilirsiniz ve bu, dışarıdakinin deneyimini de içermektir. Eğer tıka basa anlamlarla dolu olan çalışmalar öne sürseydim, bu, tavanına kadar kiremitlerle dolu bir odaya benzerdi. O noktada odanın işlevselliği yitmiş oluyor, bir nevi ölü bir alan. Dolayısıyla eserlerimde bir alan hissi yaratmaya ve buna soyut bir şekilde yaklaşmaya çalışıyorum, ki izleyiciler yapıtın içerisine girebilsin, ona kendilerine has bilgiyi ve duygusal bağlamları aktarabilsin. 

Aksi hâlde, mesela ben AIDS'li bir ibne olduğum için, Orta Doğu’lu AIDS'li ibnelerle ilgili bir dans yapıtı üretsem… Eserin başlığı da bu olsa ve mesela etraf kamuflaj ceketleriyle ve Orta Doğu’ya has her ne imge varsa onlarla tıka basa dolu olsa, o zaman geriye ne kalmış olurdu, öyle değil mi? Benim için önemli olan esaslar, yer çekimi, insan bedeni ve mekân kullanımıdır, hepsi bu. Bunun dışında kalan her tür bilgi yapıttan tasfiye edilmelidir. İzleyicilerin gereken tüm araçları kullanarak yarattığım alana kendi bilgilerini olabildiğince aktarmaları bana daha ilginç geliyor. Kastettiğim; ille de dik durmak değil, zeminin üzerindeki yatay alanı da kastediyorum. 

Bu akşam birkaç yapıt icra edeceğiz. Bunlardan ikisi yer çekiminin başlatıcı olduğu; hız, darbe, sekme gibi hareket sistemlerinin yatay alanı tutmak için kullanıldığı işler. Son icra edeceğimiz yapıt “Single Space” ise bedenimin sadece bir yer olması için mekânın koreografisini yaptığım bir iş.

Şimdi size 1991’de koreografisini yaptığım “Board Stiff” adlı yapıtın videosunu izleteceğim. Bu çalışmada 8 x 6 ebadında kontrplak duvar kullandım ve bu duvar modüler olduğu için sadece onun karşısında olmayla kısıtlı kalmaktansa onu bazen tavanımız olacak, bazen zemin olarak adlandırdığımız şey olacak, bazen rampa, bazen döner kapı olacak şekilde yönlendirebiliyoruz. Yani bu, modüler olan ve insanlar tarafından yönlendirilen, sürekli değişen ve yeni faaliyetlere yol açan bir mimari referans noktası. Şimdi “Board Stiff”i izleyebilirsek çok iyi olur, buraya yansıtalım. Ve ışıkları söndürelim.

 

Işıkları açabilir miyiz? 1991 tarihli Board Stiff’i izledik.

Bundan önce yere veya duvara monte edilmiş sabit düzlemler kullanıyordum, o yüzden mekân tam anlamıyla değişmiyordu. Burada ise modüler bir duvar kullandık. Şimdi de “Shield” adlı yeni bir çalışma tasarlama sürecindeyim. Bunda da dört tane ve dört farklı renkteki 6 x 4 boyutlarında akrilik panelleri çeşitli şekillerde yönlendiriyoruz ve onlarla havada çarpışıyoruz. Her dansçının elinde saydam bir panel var, orada bu panelin bizim hem zeminimiz hem duvarımız hem de rampamız olduğunu göreceksiniz. On dakikalık yapıtın süresi boyunca, onu hiç elimizden bırakmıyoruz. 

Nereye gidersek onunla gitmek zorundayız. Mesela “havanın ortasında asılı zemin” dersem bu, havanın ortasında bir zemin yaratmamız gerektiği anlamına geliyor. Dolayısıyla zemini alıp onunla gidip bunu yaratmamız gerekiyor ve tabii ki yer çekimi olduğu için geri düşeceğiz ama gittiğimiz her yerde kendi alanımızı yaratma fikrinin kendisi, zemin olarak daima zemini kullanma zorunluluğunu ortadan kaldırıyor.

Şimdi de 6 ft*’e 4 x 4 ebadında pleksiglas bir küp kullandığım “İnner Space” adlı çalışmamdan kısa bir kesit göstereyim. İnner Space’in kasetini koyabilirsek süper olur. Bu çalışmada 6 ft’e 4 x 4 ebadındaki küpü kullanıyoruz ve içinde üç beden çizgisi var. Negatif alan oluşturmak için tersyüz diyagonaller ve yatay ufuk çizgileri kullandım. Şimdi bundan bir dakikalık bir kesit gösterebilirim, ondan sonra da bazı yapıtları burada icra edeceğiz. Yapının 4 x 4 olması kendimizi yatay bir biçimde askıya almamıza yaradı. Böylelikle sagital [uzunlamasına] olarak dururken izleyiciler ayaklarımızın altını görebiliyor, ki bu da, yani dansçıların ayaklarının altı, genelde görmeye alışık olmadığımız bir referans noktası. Tüm bu paneller zeminde.

Işıkları açabilir miyiz? Teşekkürler. Videoda göstermek gerçekten hiç çaba gerektirmiyor.

Bu akşam üç yapıt icra edeceğiz. Biri “Summation of Forces”; dansçılar ve zemin arasındaki farklı uzamsal ilişkilenmeleri araştırıyor. Bundan sonra “Initiation of Movement” isimli bir yapıt var. 

Initiation of Movement” 15 x 15 ebadında bir kare içinde icra ediliyor. Pedlerin üzerinde de çizgiler var, yani 15 x 15 boyutlarındaki mekânımız üç dikdörtgen, bir dördüncü dikdörtgen ve bir kare olmak üzere beş farklı alana ayrılıyor. Bu alanı, içine bedenlerimizi atarak iki üçgen, dört üçgen vs. şeklinde, ayırarak işliyoruz. 

Son yapıt ise şurada gördüğünüz yapının içinde icra edeceğim “Single Space” adlı bir solo çalışmadır. Bunun koreografisini 1992 yılında yapmıştım. “Single Space”in dört zemini var. 

Zemini kullandım, otuz saniyenin koreografisini yaptım. Süreci anlatmam gerekirse, video kamerasını aldım, işi kaydettim ve kaydı eve götürdüm. Evde televizyonu tersine çevirdim. Gördüğümü sonradan bedenimle yapmaya çalıştım ve bunun kaydını aldım. Sonra bu teybi de televizyona koydum ve cihazı bu sefer yan çevirdim ve gördüğümü yine bedenimle gerçekleştirmeyi denedim. Televizyon bu şekilde dört kez döndürüldü. Bu çalışmada da bir panel kullanıyor olacağım ve dört bölümü olacak, hepsi alanın yüzde 25’ini kaplayan bölümlere ayrılacak ve her biri zemin görevi görecek.

Şimdi eski bir solo göstereceğim, çok da eski değil, 1989 yılından. Adı “18” ve bir dakika uzunluğunda. Pratğimin ana hatlarını gösteriyor bence. İnsan bedeni, yer çekimi ve mekân, bu kadar. Bu, kostüm, set ve müziği aradan çıkartmış olduğum ilk işti, böylelikle geriye kalan bedenin geometrisi ve zemin oluyor. Maskeleme bandını alanımı belirlemek için kullanıyorum.

18’i göstereceğim ve sonra dansçılarım Alan, Leanne, Diane ve Scott “Summation of Forces”, “Initiation of Movement” ve “Single Space” yapıtlarında bana katılacaklar. Bunların ardından eğer sorularınız varsa, çalışmalarımı daha detaylı konuşacağız.

Teşekkürler, şimdi 18’i icra edeceğim.

Tekrar bunu mu kullanmam gerekiyor? Peki. Çok klişe. Pardon bir saniye. Kayıt alınıyordu.

Bir soru daha var demiştiniz.

Evet. 87’, 88’ ve 89’ yıllarında çıplak çalışmalarım olmuştu; çıplaklık efektini kullanmak değildi, aksine tüm efektlerden olabildiğince uzak durmak ve ne kalıyorsa onunla çalışmak... Eskiden o çalışmada dizlik giyerdim, artık onları da giymiyorum çünkü çizgiyi bozuyor. Aklımdan unitard giymek de geçmişti, ama bu da bir kostüm. Benim seçimim o basit likra taytlardır çünkü boya çizgisine en yakın olan onlarmış gibi geliyor, böylece renk düzenini kontrol edebiliyorum. Renk seçimlerim de genelde temel renkler veya monokrom renklerden oluşuyor. Mesela gri üzerine gri veya beyaz üzerine beyaz, bazen de siyah beyaz. Renk kullanırken psikolojik etkisini pek düşünmüyorum, manifestomda temel renkleri kullandığımı öne sürdüğüm üzere, bu kuralı takip ediyorum. Bir diğer ilgimi çeken şey de yeni çalışmalarımda yer verdiğim renk düzeni olan beyaz zemin ve beyaz duvarların beraberinde grinin değişik tonlarını kullanmak. Bu, devre dışı bırakmaya dair sorununuza cevap olabilir.

Kuşbakışı tasarlıyorum koreografileri, yani tavandan aşağı bakarak. Eğer bunun zemin olduğunu varsayarsak. Koreografilerimi mekâna yukarıdan bakarak ve mekânı bu şekilde düşünerek kâğıda çiziyorum. Ön diye bir şey düşünmüyorum koreografi tasarlarken çünkü nereye dönersem orası önümdür, mekânda sabit noktalar yok, önü biz belirliyoruz. Bu şey gibi, biri “burası kuzey, burası güney” dediğinde, “yok hayır, kuzey burası” demenin bir anlamı yok. 

Aslında doğaçlamadan hiç hoşlanmam, bu dansta sıkça kullanılan bir yöntem. İlk önce mekânla başlıyorum. Mesela pleksiglas küp yapıtında olduğu gibi, mekânın 6 x 4 x 4 boyutlarında olacağına karar veriyorum. Ve bu alanı belirledikten sonra çizimler yapıyor, sonrasında da mekânın üç boyutlu maketini yapıyorum. Böylece maketi çevirerek alanı her açıdan görebiliyorum, yani bu örnekte olduğu gibi mekânın dört cephesinin herbirini görebiliyorum. Proskenyon sahnede ise her zaman sen bir tarafta oturuyorsun ve faaliyet yassı bir şekilde, senin önünde gerçekleşiyor. 

Genellikle karelerle dans tasarlıyorum çünkü henüz gencim. Yani henüz daha ileriye gitme fırsatım olmadı, planlıyorum. Kare kullanıyorum çünkü bir başlangıcı ve bitişi var, oysa daire bitimsizdir. Ayrıca karelerin parçalara bölünmesini seviyorum, karenin köşegenlerini kullanmayı seviyorum, bu yüzden çalışmalarımın çoğu kareyi esas alıyor. 

Şu an “Compressed Space” adlı bir yapıt üzerine de çalışıyorum. Tavan zeminin 6 ft üzerinde asılı duruyor ve zincirlerle giderek aşağı düşüyor, yani zemine gittikçe yaklaşıyor ve böylece mekânı bastırmış oluyoruz. Böylelikle sonsuzluğa uzanan yataya dair bir algı inşa ediyoruz. Mekân bu şekilde kullanılıyor ve tavan aşağı düştükçe tavanın ağırlığından dolayı hareket edecek alanımız kalmıyor. Bu, mekânı kare olarak tasarlamayı bir kenara bıraktığım ilk işim, fakat henüz daire veya silindir formlarıyla çalışmadım. 

Benim için yapıtın önü, biz nereye dönersek orasıdır, izleyici için ise oturduğu yere göre biçimlenir.

Bir başka projeyi üretmemiz için eğer ileride daha fazla zaman ayırabilirsem, tercihen izleyicinin yapıt etrafında yürümesini isterim. Böylelikle hareketin nasıl izleneceğine dair sonsuz olasılık türemiş olur. “Single Space’de yanlarda bazı görüş açılarını kaybederiz ama bir başka yöne dönüşümle ön cepheden görüşe yeniden erişebiliriz. Renkli matlardan oluşan yapıtta ise yapıtın etrafında dönerek onu tüm diğer açılardan deneyimleyebiliriz; yapıt hareket eder.

İki sene önce gerçekleştirdiğim bir atölyede yapıtı siyah matların üzerinde icra ettik. Dansçılar zemini bu tarafa doğru döndürdükçe izleyiciler öbür tarafa doğru yürüdükleri için yapıt sürekli hareket eder hâldeydi. Mekân sürekli dönüyordu.

Hayır, aslında dört. Uygulamanın pratik olması sebebiyle o şekilde inşa edilmişti. Mümkün olsaydı sahneyi (mekânı) inşa ederken yüksek bir platform kurar, izleyicileri bunun dört bir yanına yerleştiririm. Performans tasarlarken dört taraflı düşünüyorum ve aşağıya bakıyorum. Bu sebeple işlerimi izlemek için ideal olan yukarıdan aşağı bakarak izlemektir. Bazı ender sahneler var, mesela L.A’de Spring Street’de bulunan Los Angeles Theatre Central’de. Orada LATC3 adında bir sahne var. Koltuklar yukarıda, o kadar dik bir meyille konumlandırılmış ki aşağıdaki işi izlemek için kemer takmak gerekiyor, yoksa düşersin.

Yukarıdan aşağıya baktığında zemine ilişkin olarak çizgileri görüyorsun. Proskenyon sahnedeyse seni göz seviyesinde, yatay bir aksta oturttuklarından tek gördüğün şey ileri geri giden, reddedecek ya da ilişecek herhangi referans noktası bulunmayan beden oluyor. 

Dans maalesef çoğunlukla zeminde icra ediliyor. “Single Space” bir yana, çalışmalarımızı çoğunlukla bu zeminle yaptık, bu pek sevdiğimiz bir şey olmamasına rağmen. Yine de zemin ve tavanın neresi olduğunu kendimiz belirlediğimiz işler üretmeye çalışıyoruz.

Zaman, hareket etmekten gelir. Mesela bir binaya girdiğinizde, yaya hareketini ele alırsak , belli bir zaman unsuru ve yaklaşık bir hız unsuru vardır. Bir mekân tasarladığınızda o mekânda yürümenin ne kadar zaman alacağını söyleyebilirsiniz, bu benim zamanlama mevhumumdur.

Alanımı kısıtlıyorum ve zamanlamam da  bir görevi tamamlamaktan -ki kişisel zevk faktörü burada etkilidir, mesela ben mümkün olabildiğince hızlı tamamlamakla ilgileniyorum- geliyor Hız, aradaki gereksiz unsurları etkisiz kılmaya yarıyor. Mesela yavaş yürüyorsam, ne kadar yavaş? Sizler belki herşeyi mümkün olan en hızlı şekilde yapıyorsunuz…. Bunun gibi varsayımları ortadan kaldırmaya yarıyor hız. 

Zamanlamam şundan geliyor; Tasarlarken, -mesela bu kontrplak benim çalışma alanımsa- koreografide diyametrelerimi belirlemeyi ve mekânın uzunluk, genişlik ve derinliğini belirlemeyi seviyorum. Dansçılarımı o mekâna yerleştirerek o mekânı tanımlıyorum ve onlar aracılığıyla alanı çeşitli geometrik olasılıklara ayırıyorum. Mesela ilk çalışmam, “18”de, bir haç formu vardı, artı yerine. Haçı bir dikdörtgen panele yerleştirdiğinizde iki kare ve iki dikdörtgen elde ediyorsunuz. Öte yandan onu “x” şeklinde o panele yerleştirirseniz 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8 üçgen oluşuyor. Eserin ismi 18 çünkü on sekiz geometrik olasılıkla artının on sekiz varyasyonunu yaptım ve haç şeklini seçtim çünkü onu asimetrik olması bakımından daha ilginç buldum. Yani zamanlama bir alanı ne kadar hızlı tanımlayabildiğinizle ilişkili. 

Mesela “ben bu mekânın kenarlarını, merkezini ve sonra içindeki diyagonalleri belirleyeceğim” dediğimde bedenim “çarp, çarp, çarp, çarp merkezde kal, belirle, belirle” bunları yapıyor. Yani görevim, belirlemek, yapıtın zamanlamasını oluşturuyor. Zamanlama bedenin belirli görevleri bir mekân içinde yapmasının ne kadar zaman aldığına bağlı oluyor. Yeterince açık oldu mu? Tamam.

Evet. Mesela bu bir çizgiyse, kâğıda çiziyorum, anlatabiliyor muyum? Bu bir çizgi. Bu sonraki çizgi ve bu da sonraki. Diyelim ki üç sahnem var ve bu birinci çizgi, bu ikinci, bu üçüncü diyorum. Esasen… Aynen, evet. Bir beden alanından diğerine geçmenin aldığı zaman. Koreografi tasarladığımda kâğıtta tasarlıyorum. Düzlem ve çizgilerle kompozisyon oluşturuyorum. Bu noktada Kandinsky’nin Nokta ve Çizgiden Yüzeye eserinden bahsetmek isterim. Çalışmalarımın erken dönemlerinde beni çok etkileyen bir kitaptı, şu fikrinden dolayı: Bir mekânda durduğunda yüzeye ilişkin nokta ve çizgileri hali hazırda belirlemiş oluyorsun. Koreografi tasarladığımda ben de kâğıtta bunu yapıyorum, genelde yaklaşık yüz yirmi beden pozisyonum oluyor yapıt başına, bedenlerin nereye hareket ettiğine dair yüz seksen çizimim oluyor ve bunun nasıl görüneceğine kâğıt üzerinde karar verdikten sonra stüdyoya gidiyorum. Yapıt tamamlandığında dansçılarıma gösteriyorum. Bunu gerçekleştirme teknikleri konusunda daima idmanlıyız, bu bir yana onlara alanda tam olarak nerede olmaları gerektiğini gösteriyorum. Sonrasında söz konusu görevlerin gerektirdiği hıza erişebilmemizi mümkün kılacak bir süreç oluşuyor.

Son iki üç senedir Louis Khan’ın çalışmalarından  ilham alıyorum. La Jolla Sanat Müzesi’nde bir yapıt gösterme şansımız olmuştu. Bütün fikir alanı bastırma, daha geniş bir ufka, yatay biçime çekmekle ilişkiliydi.. Bu gibi bazı temel fikirler oluştu orada.

Dans dünyasında mekân faktörü tamamen ihmal edilmiş olduğu için bundan böyle çalışmalarımda mekân tasarımı ve mimarisiyle daha çok iç içe olmak istiyorum. Mimar arkadaşlarımla konuştuğumda, mimaride insan faktörünün; bedenin ve insan hareketinin ihmal edilmiş olduğundan bahsediyorlar. Ben bu ikisinin arasında bir yer, insan hareketiyle mekân tasarımının tamamen etkileşimde olduğu ve birlikte yaşadığı bir yer bulmak istiyorum.

Ben kâğıtta bir yapıt tasarlıyorum. Stüdyoya gidiyorum ve çizimlerimin üzerinden geçiyoruz dansçılarla. Bazı şeyler var ki onlar hemen yapılabiliyor. Ama öte yandan bazı şeyler var ki, onları yapmanın imkânsız olduğuna karar veriyoruz. Benim yaptığım şey;  imkânsız olanları alıp onlardan bir dans yaratmak. Beni ilgilendiren bedenin ne yapabildiği değil, neye direnebildiğidir.

Bir kalemin var mı? Bu bir baş, bunlar da ayaklar. Bu insan bedeni. Bu gösterdiğim ise insan bedeninin mekânı delmesidir. Yani koreografi sürecinden söz ediyorsak, bedenime bunu yaptırıyorum. Bedene ne olduğuyla, olabileceklerle ya da sonuçlarla ilgilenmiyorum, ilgilendiğim bedenin neye karşı koyabileceğidir. Bu bence daha ilginç bir bakış açısı. Aksi halde; eğer bedenin ne yapabildiğiyle ilgilenirsen, yeniden insan anatomisi problemiyle karşılaşırsın. Dört uzva sahip olmanın ve sadece bir yöne bükülen diz ve dirseklere sahip olma problemiyle…

Bir sene önce öyle bir noktaya gelmiştim ki kalçalarımın bedenimin geri kalan kısmıyla aynı çizgide olmaması için kalçalarımı yerinden çıkartmayı düşündüm. Düşününce, o kadar fena bir şey ki… bandajlı gibi hissediyordum. Neyse, bandaj kelimesini negatif anlamda zikretmemeliyim, o iyi hissettiren bir şey.  Bense kendi bedenimin içinde klostrofobi hissini deneyimliyordum.

Koreografide sınırları zorlarken, varsayımlara karşı koymaya çalışırken ki yaptığım bu, varsayımları yüzeye taşıyorum ve kendimi haksız çıkarmaya çalışıyorum. Bu haksız çıkarma sürecinde ilginç hareketler ediniyorum. Başa dönersem, beni çileden çıkaran şuydu: ne yaparsan yap kalçalar bedenin geri kalan kısmıyla hizalıdır. Yana dönsen, ters dönsen, diyagonal biçimde bile.. daima bedenin geri kalan kısmıyla aynı çizgidedir, bu beni çıldırtıyordu. Bedenin mekânla olan ilişkisinin topyekün değişmesi için kalçalarımı yerinden çıkartma fikri cazip gelmişti. Ama kullanışlılık ile ilgili kaygılardan ötürü bunu yapmaktan vazgeçtim. Bu benim limitimdi, durmak için.

Bir sanat dalı olarak dansta yaygın olan, bedenin kırılgan ve korunması gereken bir şey olduğu fikri benim bakış açıma göre sorundur. Bedeni korumak ile bedeni sakınmak arasındaki fark malumum. Öte yandan kurumsal dans dünyasının öğrettiğinin bedeni sakınmak olduğunu düşünürsek… Söz konusu dünya size Martha Graham’in bir ‘devrimci’ olduğunu öğretmiştir, değil mi? Oysa Martha Graham grubunun çalışmalarını gördüğümde aklıma tek bir kelime geliyor, o da ‘bayağı’. Hepsi bu. Alvin Ailey ve Paul Taylor için de aynısı geçerli. İşte bulunduğumuz nokta budur. 

John Cage geldi geçti. Bize sessizliği dinlemeyi öğretmişti. Bu vuruşlar arasındaki sessizliği dinleme fikrine çok yakındır. Bu (melodi) çok 19. yüzyıl değil mi mesela? Esasen bu, şu hareketlere benziyor. Da da da da… Nasıl aktarıldığı veya duyguları açığa çıkarma vasfı bakımından ne uyandırdığı bir kenara. 

Dans, dansçıların arasındaki boşluğun tasarlandığı bir yöne giderken... Hareket tasarlayan veya pozitif alan üzerine tasarım yapan koreograflar hiç ilgimi çekmiyor. Ben ve dansçılar arasındaki, ben ve duvarlar ve zemin arasındaki alanı tasarlamakla ilgileniyorum. Cage veya Morton Feldman’ınkiyle aynı fikir aslında. Sesleri ve gürültüyü aralarındaki sessizliği dinlememiz için yaratıyorlar. Yani sessizliği ve alanı belirliyorsun, asıl ilginç olan şey bu benim için. Öbür türlü, söylediğim gibi, yarattığınız şey, tavana kadar tuğlayla doldurduğunuz için kimsenin giremediği bir odaya benziyor.

Bana sınırı sormuştunuz ama ben bunu düşünmüyorum çünkü, benim dansım varsayımlardan yola çıkıyor. “Bedeninle duvardan geçebilir misin?” diye soruyorum. Teorik olarak “duvardan geçemezsin” diyebilirsiniz. Oysa kuantum fiziği, bir kurşun duvardan geçebilirse, aynı hızda olmanız durumunda sizin de duvardan geçebileceğinizi söyler. Sorun şu ki duvardan geçmeye çalışırken duvar sizi durdurmaya çalışacaktır. Buna dayanarak bana  “geçemedin, öbür tarafta değilsin ki” diyebilirsiniz. Siz bunu söylerken ben yeni bir hareket bulmuş olurum. İşte böyle, çok çaba sarf ederek denememin ardından yanıldığımı görmek benim sürecim için çok önemlidir. 

Şu gibi çabalardan söz ediyorum: Bomba gibi patlayabilir misin? İki zıt yöne aynı anda koşabilir misin? Evet, yapabilirsin. Yukarı düşebilir misin? Mümkün. Aynı zamanda hem yukarı hem aşağı düşebilir misin? Bunları denediğinizde hatalı çıksanız bile yeni bir hareket fikri ve mekânı yeni bir biçimde tutma olasılığı doğmuş olur.

Çalışmalarım ve hangi yönde ilerlediğiyle ilgili üç şey söyleyeyim. Çok basit üç cümle.

Şu an koreografisini tasarladığım bir yapıtın adı “Controlled Space/Infinite Space”. Bu, 7 x 7 x 7 boyutunda bir odadan oluşuyor ama oda sadece bir kenarının üstünde dengelenmiş biçimde duruyor, yani zemin(de) düz değil. İsmi diyagonal bir şekilde düşmekten ileri geliyor. Yer çekimi sebebiyle genelde yere dik olarak düşeriz ama bu çalışmada bu tür bir yer çekimi kanısına karşı çıkıyoruz. Bedenler her zaman diyagonal bir şekilde yapıtın zeminine düşüyor. Her iki zeminine de.

Üzerinde çalıştığım diğer yapıt ise, daha önceden bahsettiğim gibi “Shields”, beraberimizde her yere götürdüğümüz pleksiglas panel zeminlerden oluşuyor. Belki de bu çok genel bir ifade oldu, “bu çalışmada her yere götürdüğümüz panel zeminlerden” demeliyim.

Bir diğeri ise önümüzdeki sene gerçekleşecek ve ilk olarak Los Angeles şehriyle etkileşecek bir iş. Tam anlamıyla mekâna özgü bir yapıt olacak. İsmi “Choreography With Faster Moving Objects”. Washington’a yakın, LA River’da göstereceğiz. Arabalarla beş düetten oluşuyor. Hızla hareket eden objeler, arabalar olacak. Saatte otuz milden kırk mile kadar hızlanan arabalar. Fikir bir yapı iskelesi kurmak ve oradan hızla giden arabaların üzerine düşmek. Sadece insanlarla düet tasarlamayı sıkıcı buluyorum, çünkü bu sefer de insanların birbirlerinin insan hızıyla kısıtlanması söz konusu. Dolayısıyla aciliyetin yapıta nüfuz etmesi için canlı ve cansız varlıkların bir arada ve birbirleriyle etkileşim hâlinde oldukları bir iş üretmek istedim. Arabayı tercih etmem  bu aciliyeti öne çıkarmak içindi, çünkü mesela seni otobanın ortasına bıraksam hemen koşmaya başlarsın, “henüz ısınmadım” demezsin. Bu tam bir dansçı hastalığıdır. Peşine düştüğüm şey hız. Olabildiğince hızlı gidiyorum.

Beş arabayla beş düet. Arabalar bedenimizden daha hızlı çizgiler çiziyorlar, ileri geri gidiyorlar. Değişik hızlara yavaşlamamız lazım, otuz mil** gibi ve havaya zıplamamız lazım çünkü bizim yerçekimi düşüşümüz onların lineer hızından daha yavaş. Ayrıca arabaların üzerine düşüyor olacağız çünkü öyle olması gerekiyor. İş lineer işlevselliği keşfe çıkıyor, bir otoyol gibi. L.A. River’ı biliyorsunuz değil mi? Orada farklı zeminler kullanacağız. L.A. River’ın yaklaşık 40 derecelik iki rampası var ve ondan sonra da düzlükler var. Arabalar iki taraftaki rampayı da kullanıyor olacak ve ayrıca ortadaki alanı.

Özet olarak çalışmalarımın gittiği yön bu. Umarım daha hızlı işler ve mekân ile daha fazla işbirlikleri öne sürebilirim. Bizim açımızdan harika bir paylaşımdı, çok teşekkürler.

 

*Metinde geçen ft (feet) uzunluk birimi 0,3048 metreye tekabül etmektedir. Sanatçı, konuşmanın ilerleyen kısımlarında uzunluk birimi de kullanmadığından, telaffuz edilen rakamlar bir karışıklığa yol açmamak adına metrik birime dönüştürülmemiştir.

**1 mil = 1,6 kilometre.

Çeviri: Eda Kurç Son Okuma: Derya Bayraktaroğlu

Daha Fazla İçerik
Etiketler